26 Kasım 2014 Çarşamba

Mevlana'nın Çağrısı: Semanın Dansla Büyük Buluşması

Yine gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir ol, ister put perest ol, ister mecusi,
İstersen yüz kere de bozmuş ol tövbeni yine gel,
Bizim dergahımız, umutsuzluk kapısı değil umut kapısıdır
Yine gel, ne olursan ol, yine gel...

----

22 Kasıım 2014-İzmir Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının muhteşem ışığında açıldı Sabancı Kültür Sarayı'nın bordo perdeleri seyirciye...

Beyazlığın hakim olduğu kıyafetlerin arasında sahnede yeniden can buldu dünyanın en evrensel felsefelerinden biri: Mevlana...

Müziklerini Can Atilla'nın yaptığı, koreografisi Mehmet Balkan'a ait eser Mevlana'nın Çağrısı, ikinci kez izlediğimde de ilki kadar başka diyarlara aldı götürdü beni.

Ney sesinin insanın iliklerine işlediği, bir anlatıcının sesiyle başlayan temsil, tek perdeden oluşuyor ve insanı bir an bile sahneden koparmayacak kadar içine alıyor.

Kendinizi adeta 13. yy.'da Konya'da dolaşırmış gibi hissettiğiniz eser, Mevlana düşüncesinin toplumda kabul görmesi, Şems-i Tebrizi ile karşılaşma, semanın doğuşu ve yaygınlaşması, Şems’in kayboluşu, Mevlana’nın yedi öğüdü ve çağrısını anlatıyor sahnedeki her bir karede.

Başrollerde İZDOB baş balerini Aslı Çilek ve değerli balet Dolun Doyran...  Şems rolünde ise Egemen Kement...

    
Gevher Hatun'u canlandıran Aslı'nın bakışlarına acı ve sevgi, bedenine Gevher Hatun'un ruhu kaçmış gibi hissediyorsunuz adeta. Öyle güzel canlandırıyor... Her mimiğinde rol yapmadığından emin olduğunuz, dans etmeyen, yaşayan nadir balerinlerden Aslı... ve ışığı da tam da buradan geliyor zaten. "Sahnede olmak için yaratılmış" dediklerinizden...





İzlediğim ilk temsilde, ünlü semazen Ziya Azazi sema dönüyordu. Kendisinin emeklerini yadsıyamam ama, değerli balet Dolun Doyran, Ziya Azazi'yi kesinlikle aratmıyor. Aratmamak ne kelime, adeta Dolun'un içine Mevlana dolmuş... O derece yoğun bir duygu akımı geliyor sahneden izleyiciye... O döndükçe, dünyanın hiç bilmediğiniz bir boyutunu keşfediyorsunuz sanki...




Parlaklar...

Dansçının gücünün nereden geldiğini anlatan en güzel temsillerden bence Mevlana'nın Çağrısı.

Evrendeki en temel hareketin "dönme" olduğunun vurgulandığı, dünyanın kendi etrafında dönüşüyle sema arasındaki ilişkinin anlatıldığı balede, dünyayı, insanı, herşeyin ne kadar içiçe olduğunu, herşeyin döndüğünü ve dönüştüğünü, insanın esas gücünün de içindeki hiç görüp dokunamadığı bir kaynaktan geldiğini deneyimliyorsunuz sanki her adımda, dönüşte, uzanışta. Ve belki de, dansı bu kadar büyülü bir gerçeklik yapan da işte tam da bu; hissettiğimiz herşeye hakim olan bedenimizin aktarabildiği tüm duyguları içermesi...

Tolga İyiuyarlar, Emre Kaynarsu, Doruk Demirdirek, Yasemin Altınel,  Burcu Olguner, Cihan Genek, Gökhan Bucuga ve Bülent Özdemir, farklı temsillerde başlıca rollerde yer alıyorlar.

Üst beden ve kolların sıklıkla koreografide kullanıldığı balede, vücut dili yer yer kaynağa uzanışı, duayı, dönüşü anlatmak için kullanılmış ve insanı adeta gökyüzündeki ilahi ışığa çağırıyor. Yerinizden kalkıp hiç görmediğiniz ama varlığını bildiğiniz bir şeye kavuşma hissi duyuyorsunuz...ve bu duyguya direnmek güç...





Temsilin ortasında, Aslı Çilek ve Egemen Kement'in suretlerinin yansıtıldığı bir barkovizyon kullanılmış. Adem ve Havva, ve yasak elma hikayesi... İnsanı, insana, insanla anlatabilmek tam olarak böyle birşey dedirtiyor insana...


30-31 Ocak 2015 ve 28-29 Nisan 2015 tarihlerinde de sahnelenecek olan bu eseri kesinlikle kaçırmamanızı öneriyorum!

Mevlana'nın Çağrısı... Sözün özü, hiçbir sema bu kadar dans dolu, hiçbir dans bu kadar hayat dolu olmamıştı...

Tüm İZDOB sanatçılarının emeğine, bedenine, yüreklerine sağlık...Işığınız daim olsun!





10 Kasım 2014 Pazartesi

Deniz Seviyesi: Okyanuslar Arasında Bir "Damla"

Her filmin hikayesi başka bir kalbe dokunur derler... Deniz Seviyesi (Across the Sea) de, dokunacağı kalpleri özenle seçen filmlerden biri.

Esra Saydam ve Nisan Dağ. İki cesur yürek, yaratıcı, duygusal kadın yönetmen.


Prömiyerini İstanbul Film Festivali'nde yapan, ve Altın Koza'dan En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Müzik, En İyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Kurgu dahil olmak üzere toplam altı ödülle dönen Deniz Seviyesi filminin senaryosu da Nisan Dağ ve Esra Saydam'a ait.

Amerika'da okurken tanışan ve birlikte film çekmeye karar veren bu iki yaratıcı kadının, ilk bebekleri olarak da gördükleri Deniz Seviyesi filmi, izleyiciyi bir kadın kahraman çevresinde dolaştırırken, aslında "her kadının, ve hatta her insanın içinde sakladığı hesap verilmemiş bir hikaye vardır" mesajı veriyor.

İki kıta arasında, Amerika ve Türkiye'de çekimleri yapılan filmin başlıca konusu, Damla isimli, başarılı genç bir kadının geçmişinde bıraktığı, kendisi için bir sevgiliden fazlası olan ilk aşkı ile içsel hesaplaşmasının ardından, kendi geleceğine yürüyüşünün hikayesi.



Baş rollerini Damla Sönmez, Ahmet Rıfat Şungar ve Jacob Fishel gibi oyuncuların canlandırdığı filmde, temel senaryo Damla, ilk aşkı, abisi, sırdaşı, dostu Burak ve centilmen kocası Kevin etrafında dönüyor.

Oynadığı Bir Aşk Hikayesi dizisinde canlandırdığı Ceylan karakteri ile hayatıma giren ve Güllerin Savaşı dizisi ile oyunculuğuna hayran kaldığım Damla Sönmez, filmde yine çok sağlam bir performans sergilemiş. Tuhaf ama, hiç tanımamama rağmen, belki isimsel olarak adaş olduğumuz için yakınlık duyduğum, ancak bundan daha çok hiç tanımasam da ruhsal olarak bir yerlerden tanıyormuşum gibi hissettiğim Damla Sönmez'in rol aldığını sosyal medya üzerinden duyduğumdan beri filmi büyük bir merakla bekleyen ve yine sosyal medyada gönüllü tanıtımını yapanlardan olmuştum.


Filmin konusu itibariyle de ilgimi çekmesi, üzerine Altın Koza'da kazandığı büyük başarı, ayrıca sabırsızlanmama neden oldu.

Nihayet 7 Kasım geldi, ve ben İzmir Karaca Sinema'sındaki yerimi aldım!

Film, eleştirel gözle bakıldığında, küçük bir bütçeyle ve kısıtlı imkanlarla çekildiği kendini hissettiren, ancak tam da bu sebeplerle ortaya konulan işin ayrıca takdir edilmesini hak eden bir film.

Konusu ve oyuncuları itibariyle insanı içine alan, ve duygu aktarımı oldukça güzel yapılmış bir aşk-hesaplaşma-kaldığın yerden devam etme filmi.

Geriye dönüşlerin bir noktada kesilmemesinin daha iyi olacağını, daha detaylı bir anlatımın filmi ve anlatılan karakterlerin geçmişlerini daha iyi görmemizi sağlayacağını ve filmde aksiyondan çok ağır çekim ve profil-duygu bağını gösteren çekimlere ağırlık verildiğini ve bu sebeple bazı yerlerde biraz yavaş kaldığını düşünmekle birlikte, bunun nedeninin yine bütçe olduğunu tahmin ediyorum.

Filmde, çok ince düşünülmüş detaylar var. Mesela, Burak ve Damla'nın karşılaşmalarında, Burak'ın ıslak teninden Damla'nın sırtına düşen bir damla... Sanat vizyonu böyle bir şey dedirtiyor insana...

Çekimlerde Amerikan kültürü ve Türk kültürü farklılıklarını da ara sıra görmeniz olası. Ayvalık'taki çekimlerde ise Türk kültürüne ait yazlık geleneğini görebilirsiniz. Filmin en dikkatimi çeken yanlarından biri ise, amaçları bu muydu bilinmez ama, Damla ve Burak arasında bir zamanlar var olan aşk ve ayrılığın, filmde yer alan iki küçük çocukta görselleştirilmiş olması...


Ahmet Rıfat Şungar ve Jacob Fishel de oyunculukları takdir edilmesi gereken isimlerden. Her ikisi de, oynadıkları karakterin ruhuna güzel bürünmüş, ve acıyı, öfkeyi, idrak edişi, paylaşımı çok güzel aktarmışlar. Yine de, ana karakterin Damla etrafında dönmesinden midir bilmem, Damla Sönmez'in duygu geçişleri gibisi yok. Yüzünü, mimiklerini, gözlerini bu kadar güzel kullanabilen bir oyuncunun önümüzdeki senelerde çok daha iyi yerlerde olacağına iddiaya girerim. Hak ediyor da... Hayatı ve yaptığı işi "oyun oynamak" olarak gördüğünü her röportajında ifade eden be genç, ışıklı oyuncu, yalnızca 1987'li, ama ruhunda kocaman bir sanatçı taşıyan küçük dev bir sanatçı adayı...



 Uluslararası gösterimi Londra Raindance Film Festivali'nde yapılan Deniz Seviyesi filminin yönetmenleri Saydam ve Dağ, kadına eleştirel gözle bakıldığı günümüz Türkiye'sinde çok güzel ve çok yaratıcı, çok doğru bir iş yapmışlar. İnandıklarının peşinden gitmiş, ve engellere takılıp düşmemişler. Sırf bu sebeple bile, bu filmi gidip lütfen izleyin! Bir gün, onların filmlerinde, dünyaca ünlü yönetmenlerin filmlerinde hissettiğiniz duygudan çok daha fazlasını bulabileceğinize eminim.

İnanmak hayal etmekle başlar; ve en güzel eserler inanınca ortaya konulur. Çünkü sanat yaşamaktır.
Deniz Seviyesi, Okyanuslar arasında kalmış bir "Damla" hikayesi... Kendi damlanızı keşfetmeye doğru yol alırken, onunla tanışın, bir okyanus kazanabilirsiniz...

http://www.youtube.com/watch?v=IdHC1kLB0Dk






6 Kasım 2014 Perşembe

Hayat Bir Film: Unutursam Fısılda…





- “Yapma Hatice, dünyaya baksana herkes neler yapıyor!”
-“Orası dünya… Burası… Burası işte….”
----
Çağan Irmak’ın kurduğu dünyada, şarkı söylemek üzerine örülmüş hayallerin başrol oyuncusu iki yürek, Hatice ve Tarık. Farah Zeynep Abdullah ve Mehmet Günsür. Böyle cevap verir Hatice, kendisini hayallerinin peşinden koşmak için cesaretlendiren Tarık’a… “Orası dünya….” Beni en çok etkileyen repliklerinden biri filmin, hayalleri olan insanı gerçek dünyaya çağırırcasına adeta...

Oyunculuklarını pek çoğumuzun çok beğendiği bu iki isim, Çağan Irmak’ın son filmi Unutursam Fısılda’da yine çok iyi bir oyunculuk performansı sergilemişler…

Flashbacklerle günümüz ve 70’li yılların müzik camiası arasında gidip gelen film, tek tutkusu şarkı söylemek olan bir kızın, tek yaşamı besteleri olan bir adamla yollarının kesişmesi, ve ikilinin hayallerindeki şöhret basamaklarını birer birer nasıl çıktıklarının hikayesini anlatırken, pek çok toplumsal konuya da ışık tutuyor.



Alzheimer hastalığından, şöhret kapısının dikenli yollarına, büyülü dünyasına, hayallere, aşka, drama, sanatçının yaşamına ve sanatçının dönem fark etmeksizin maruz kaldığı tüm sorunlara kadar pek çok toplumsal konunun son derece titizlikle ele alındığı, belki de bugüne dek izlediğim en iyi Çağan Irmak filmlerinden diyebileceğim bir yapımdan bahsediyoruz.

Film, 70’li yılların aile yapısını, kostümlerini, yaşam tarzını incelikle yansıtmış. Filmin ilk karesinden itibaren, anne babalarınızın anlattığı 70’li yıllar fenomeninin renkli dünyasında buluyorsunuz kendinizi adeta… O yılların yüksek belli pantolonları, puantiyeli etekleri, saç bantları, saç kesimleri, rengarenk kumaşlar ve o yıllardan fırlama bir sahne şovu… 


Korumalı bir aile hayatına sahip iki kız kardeş, Hatice ve ablası... Hatice, tek tutkusu şarkı söylemek olan ve erkeklerle top peşinde koşturan, "ben hiç evlenmeyeceğim" diyen bir kız. Ablası ise, evlilik hayalleri kuran, Hatice'ye aşık olacak olan Tarık'a gönlünü gizliden gizliye kaptırmış, şiir yazan bir romantik...



Bu yalnızca tipik bir Türk filmi senaryosu değil; bu, Türkiye'nin şöhret camiasında parlayan her kasabalı kızın gerçek ve birebir hikayesi aslında... Çağan Irmak, son filminde yalnızca Alzheimer hastalığına değil, bugünün Türkiye'sinde öldürülen, ve bu gerçeğe rağmen pek çok insanın hala hayallerini süsleyen şöhret ve sanat camiasının acı gerçeklerinden birine daha, çok ustaca ok atmış. 

Hayallerinin peşinden koşma cesareti gösteren bir yaşamı temalandırırken, geride kalan aileyi de ustaca anlatan filmin ilk yarısında, klasik Çağan Irmak filmlerinde olduğu gibi gülüyor, ikinci yarısında ise, abartmıyorum, neredeyse durmadan, susmadan, yutkunamadan ağlıyorsunuz. Peçeteyle gidin, ya da yanaklarınızdaki tüm makyajın gözyaşlarınızla temizlenmesine hazırlıklı olun. Hele ki, içinde sanatçı duyarlılığı taşıyan, veya sanatın herhangi bir dalıyla en azından hobi olarak uğraşan, sahneyi tatmış biriyseniz, ekstradan dikkat! Filmi anlamaktan çok yaşıyorsunuz...

"Tırnaklarımla kazıdım ben bu zirveyi!!!"

Filmin ilk bölümü hayallerinin peşinden giden, bu ideal uğrunda nice zorlukları göze alarak çok büyük bir emekle bir yerlere gelen ikiliyi (sanatçıları ve müzisyenleri) ele alırken, ikinci bölümde ise, Çağan Irmak başlıyor bam teline basmaya Türk insanının ve Türkiye, hatta belki de dünya gerçeklerinin...

Tam da günümüzde (ve aslında her zaman) varolan, şöhretin parlatıldığı ve sanatçının neredeyse köleleştirildiği sistemi öyle güzel anlatıyor ki, kalkıp alkışlayasınız geliyor. İkilinin, zorlu koşullarda hayalleri için nasıl savaştığı, plakçılar tarafından nasıl hor görüldükleri, kendilerini nasıl ve ne şartlarda sundukları, hangi çabalarla ve tırnaklayarak o bizlerin zirve olarak gördüğü, pek çok gencin düşlediği, imrendiği ışıklı, büyülü noktaya ulaştıklarını konu alırken, ardından, düşüşe geçen yönünü ele alıyor aynı şöhretin. 

Alkolu, yaratırken alkolün tutsağı olan yürekleri, emeğin önüne geçen insan bedenini ve adeta putlaştırdığımız "güzellik" ve "kadın bedeni"ni, "görsel olan"ın arkasında kaybolan sanatçının ruh halini, ve acı ama, adeta "pazarladığımız" insanı, sanatçıyı insanın kalbine işleyecek kadar vurucu anlatıyor. 


"Biz sadece halkın malıyız unuttun mu?!?"

Ayperi'nin, alkolün içine düşen kocası Tarık'ı, son derece acı bir şekilde kaybettikten sonra içine düştüğü depresif ruh hali ile kaybettiği hayran kitlesi ve popularitesini anlatırken, pazarlama stratejisi ile "kamu önünde yaratılan imajı" ve bu esnada reyting ve gelir kaygısı ile harcanan hayatları hedef almış Çağan Irmak. 

Ayperi'nin bugünkü halini çok değerli sanatçı Hümeyra oynarken, ablası rolünde Işıl Yücesoy'u izliyoruz. İkisi de, tek kelimeyle muhteşemler!  Abla, öfkeli, kızgın, kırgın, ve ailesini seneler önce kaybetmiştir.  O öfkeyi, aynı zamanda sevgiyi, ruhsal gel-gitleri gözlerinde öyle güzel oynuyor ki Işıl Yücesoy, şapka çıkarmak lazım. Hümeyra ise, her zamanki gibi tek kelimeyle eşsiz bir performans sergiliyor.




İkilinin arasında geçen, ve birbirleriyle adeta hesaplaştıkları diyalogda, kelimeleri adeta zihninize kazımak istercesine yakalamaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi...

"Senin tek katilin sensin. Mezarını kendin kazdın, küreği benim elime tutuşturma. Senin mezarına ben elimi bile sürmedim! Ben sadece şarkı söylemek istedim. O kadar..."

Filmde biraz geri planda kalan tek karakter, Erhan, yani Kerem Bursin. Oysa ki, Tarık'ın bıraktığı külleri toplayan da Erhan'ın ta kendisi...  Bu karakter, biraz, daha az yeteneği olan kesimin nasıl harcandığını ön plana çıkarmış, ancak keşke biraz daha fazla vurgu yapılsaydı... Çünkü hem Mehmet Günsür'ün hem de Kerem Bursin'in oyunculukları hiç de fena değil... Göz dolduruyor.


Film, sahneye ait bir ruhun, sahnede yaşadığı tek bir "an"ı, hiçbir şeye değişmeyeceği gerçeği mesajını içeriyor.

Filmin tüm müzikleri Kenan Doğulu tarafından yapılmış. Film başka bir şarkıyla bitiyor ama, beni en çok etkileyen şarkı, Ayperi'nin-ya da Hatice'nin- tek şarkı sözü yazdığı beste olan "Sevdim"...

Sevdim, yaratıcılıklarını kaybettikleri bir dönemde, neredeyse dibe doğru hızla sürüklenen Ayperi ve Erhan'ın, Tarık tarafından bir çerçeve arkasına saklanmış en güzel besteyi ve Hatice'ye yazdığı mektubu bulması ile ortaya çıkıyor.  Bu, aynı zamanda Ayperi'nin yeniden doğuşu demek... Erhan, kendi yalnızlığına çekilmeden önce...

"Çok sevdim hem çok sevildim
  Meleklerin gönlü değdi bana
  Yıllar su biz deniz
  Bebek kokun sindi ocağıma
  Korkma ben varım artık hiç sakın ağlama
  Fırtınalar kopsa da geçip yeniden yine doğarız
  Bin kez daha gelsem şu çılgın garip dünyaya
  Candan daha yakın seni isterim ben kanımda...
  Sevdim, doya doya sevmeyi çok sevdim, ezberledim...
  Sevdim kalpte ne var ne yoksa vermeye karar verdim..."


http://www.youtube.com/watch?v=k9QQmUfclt4


Bugünün dünyasında, şöhret olmak ne kadar parıltılıysa da, bedelleri o kadar yüksek... Bugünün dünyasında sanatçı olmak ne kadar gurur verici bir meslekse, basamakları o kadar emek dolu, mücadele dolu, duygu dolu. Bazen korkutucu, bazen yalnız, bazen dibi görecek kadar tehditkar, bazen yıkımlara gebe, bazen rüzgarlı hatta fırtınalı... Ama ister müzisyen olsun, ister besteci, ister ses sanatçıcı, ister oyuncu, her ne olursa olsun, sanatçı, alnında ışığı ilk hisseden, ve o ışığın peşinden gitmeye cesaret edendir.

Sanatçı, duyguları olan ve o duyguları yaşamaktan korkmayan, ve bir an, tek bir an için, her şeyi feda ederek, o an için "Hayat Sana Teşekkür Ederim!" diyebilendir!

Bugünün öldürülmeye çalışılan sanat dünyasında, eğer bir an bile bu gerçeği UNUTURSAK, FISILDAYIN olur mu?....




  

4 Kasım 2014 Salı

Parmak Ucunda Sanatı Yaşatanlar: Ezo ile Teo


Dans etmek, yaşamaktır…

Her yanı birbirinden güzel ve özel değerlerle kaplı ülkemiz, sanatın her bir hücresinin acıdığı bir dönemden geçiyor bugünlerde ne yazık ki…

Fazıl Say’ın konseri iptal ediliyor, Opera Bale Genel Müdürü görevden alınıyor, haklarında soruşturma açılıyor, eserler yayından kaldırılıyor, Tango festivalinin iptali isteniyor, yeni yasalar çıkıyor zorlukla takip edebildiğimiz, yerli yersiz, doğru-yanlış onlarca haber dolanıyor sosyal medyada, gazetelerde, haberlerde… Neye inanabileceğimizi şaşırdık…

Oysa sanat, birleştirir, toparlar, anlatır, yansıtır, güç verir… Sanat öğretir, iyileştirir…

Her gün biraz daha çok ihtiyaç duyuyoruz sanatın birleştirici gücünü bize hatırlatacak değerlere, emeklere, ürünlere... Her gün biraz daha çok ihtiyaç duyuyoruz birlikte olmaya… Sanatın, soyutu somuta dönüştüren, estetiği görselleştiren, ruhun emeğini vücuda aktaran o tılsımlı yanını bizlere her gün yeniden hatırlatacak, yeniden ve yine hayaller kurmamızı sağlayacak eserlere ihtiyacımız var.

Ne der Mustafa Kemal… “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir”.

Bize, hayat damarlarımızdan birini geri kazandıracak değerlere ihtiyacımız var…

İşte bize, çocuklarımıza, yarının sanatını yaratacak olan o çok değerli yüreklere sanatın en güzel dallarından birini, çok eğlenceli, çok verimli, çok öğretici bir yolla kazandıracak değerli bir ürün ortaya konuldu: Edukids ortaklığıyla çok değerli balet Tan Sağtürk önderliğinde hazırlanan “Tan Sağtürk Bale Kartları-Ezo ile Teo Bale Öğreniyor” artık tüm kitapevlerinde.

Şubat 2014’ten bu yana çalışmaları devam eden kartlar, çocukların Ezo ve Teo karakterleriyle görselleştirilmiş maskot çizimler üzerinden bale hareketlerini öğrenmesi fikrinden yola çıkılarak tasarlanmış.

En temel bale hareketinden en zorlu figüre kadar tüm hareketler, Rus, Fransız, İtalyan vb. tüm bale tekniklerini ortak bir noktada birleştirecek şekilde toparlanmış ve çizimlendirilmiş.

Her bir kartın arkasında ön tarafta biçimlendirilmiş hareketin tanımı ve adım adım nasıl yapıldığı detaylıca ve çok anlaşılabilir bir dille kelimelere dökülmüş. Vücut kıvrımlarından, parmak ucu gerginliğine kadar her bir detay defalarca kez gözden geçirilmiş, gece yarılıarına kadar emek verilmiş, rengarenk bir ürün ortaya konmuş. Çok anlamlı, çok eğlenceli, çok birleştirici!

Bir çocuğun gerçek yaşamına açılan hayal dünyasıdır dans… Adımları geleceği, müzik hayalleri, kostümler kimlikleri, ve sahne yaşam alanıdır. Tek bir kez geçtiğimiz bu yaşam sahnesinde, kendi koreografisini yapmayı öğretir bale çocuklara… Düşmeyi, düştüğün yerden kalkmayı, zorluklara rağmen devam etmeyi, canı acısa da kocaman gülümseyebilmeyi, ve hatta hep gülümseyebilmeyi, doğru nefes almayı, dik durmayı-herşeye rağmen ve herşeyde- dinlemeyi, duymayı, hissetmeyi, empati kurabilmeyi ve kelimeler olmadan da konuşabilmeyi öğretir…

Zorluklarla dolu bir dünyanın kolay yanlarını keşfedebilmeyi, hissettiğin ne varsa anlatabilmeyi öğretir dans… Alkışın değerini, ve alkış karşısında selam verip eğilebilecek kadar mütevazi olabilmeyi öğretir. Karanlığın içinden ışık olabilmeyi, parlamayı, ve aydınlatabilmeyi öğretir…

Sevgiyi, emeği, disiplini, inanmayı ve devam etmeyi öğretir…

Ve bir çocuk, ne kadar erken başlarsa dans etmeye, o kadar erken başarır yaşayabilmeye başlamayı da…

Ezo ile Teo, işte bunun için çok güzel bir başlangıç. Hayal gücünün en üst seviyelerine sahip çocuklarınız, kendi hayallerini kurmayı ve yaşamayı öğrenmeye Ezo ve Teo ile başlayabilirler. Ve kimbilir belki bir gün, onlar da, kendi Ezo ve Teo’larını üretecek kadar özel birer dansçı olduklarında, birileri de onların hikayelerini kaleme alır. Çünkü dans etmek, yaşamaktır, ve yaşam, bir paylaşımlar zinciridir.




Şöyle sesleniyor Tan Sağtürk geleceğin dansçılarına:

“Sevgili çocuklar,


Büyülü bir sahnede dans etmek hepimiz için çok güzel bir hayal.Rengârenk ışıklar, pırıl pırıl kostümler, büyülü dekorlar ve balerinleri prensese dönüştüren makyajlar… Dansçıların zarif ve ustalık isteyen dansları ve sonunda alınan büyük alkışlar. Bu hepimiz için gerçekten çok güzel bir rüya. Bütün bunlara sahip olabilmek için çalışmak gerek, hem de çok çalışmak.Size bu kartlarla balenin nasıl öğrenileceğini göstermek istiyorum.Benim küçük dansçılarım Ezo ve Teo size eşlik edecekler.Eğer kartları iyi öğrenirseniz, kim bilir belki sihirli bir sahnede hep beraber dans ederiz.Bunun için annelerinizden yardım isteyin. Çünkü ben de öyle yapmıştım.



Tan Sağtürk”




Bugün ailelere düşen en büyük görev yönlendirmektir. Yardım edin, çocuklarınız Ezo ile Teo’nun ellerinden tutup dans etmeye başlasınlar… Eğer tek bir çocuğu gülümsetebiliyorsanız, o kendi yaşamıyla dans edebilmeye başlamış demektir… Bu neden sizin çocuğunuz olmasın?

Ürünleri tüm kitabevlerinden bulabilir veya isteyebilirsiniz. Ayrıca online olarak da sipariş vermek mümkün… http://www.dr.com.tr/kitap/edukids-tan-sagturk-bale-kartlari-ezo-ile-teo-bale-ogreniyor/tan-sagturk/cocuk-ve-genclik/okul-oncesi-6-ay-5-yas/cocuk-gelisim-kitaplari/urunno=0000000612445

Ayrıca, aldığınız kartların yazar geliri, doğrudan TEGV’e (Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı) bağışlanmaktadır.

Parmak ucunda durmak mucize yaratmak değildir. Parmak ucunda durmak, inanmaktır.

İnanıp, inandıracağınız günler, ve dans dolu bir yaşam dileğiyle…