21 Kasım 2016 Pazartesi

Romeo ve Juliet: İZDOB Prömiyeri Büyüledi

Aşk düşmanlık tanımaz. Ölüm de... 

Dünyaca tanınmış yazar William Shakespeare'in Romeo ve Juliet'i de, tam da bu gerçeği anlatır.

19 Kasım 2016'da İzmir Elhamra Sahnesi'nde gerçekleştirilen prömiyer ile, İzmir Devlet Opera ve Balesi sanatçıları bu şahane eserden yarattıkları büyüleyici koreografi ile izleyenlere unutulmayacak bir gece yaşattı. Öncelikle, sanatın bize yaşama gücü vermesine ihtiyaç duyduğumuz böyle günlerden geçerken bu eseri İZDOB'a kazandıran Baş Koreograf Kıvanç Ekin'i, ekibini ve baş öğretmen Tolga İyiuyarlar'ı tebrik etmek gerekiyor.

İzmir Devlet Opera ve Balesi-Romeo ve Juliet ekibi
Çaykovski'nin huzur veren müzikleri eşliğinde sahnelenen eserin koreografisi Volkan Ersoy ve Armağan Davran'a ait. Her ikisi de çok büyük isim ve ruhlarının bu büyüklüğünü sahneye çok güzel aktarmışlar. Müzik düzenlemesini Tolga Taviş'in yaptığı eserin orkestra şefliğini İbrahim Yazıcı ve Zdravko Yazarov yaparken, kesinlikle Cumartesi günü izlediğim eserden sonra söyleyebilirimki tüm ekip sihirli... Gerçekten sihirli...

İbrahim Yazıcı, Volkan Ersoy, Kıvanç Ekin
İZDOB kendisini seneler içerisinde fazlaca aşmış ve şu anda yönetimde olan genç ekibin her işe yüreklerindeki tutkuyu kattıkları gerçeği sahne ışıkları altına fazlaca yansımış. İki perde, yaklaşık 110 dakika süren eser boyunca, aşkı iliklerinizde hissederken, o aşkın yaşandığı yüzyıla adeta seyahate çıkıyor, o yüzyılın Romeo'su, bu yüzyılın Juliet'i olmak istiyorsunuz...


Bu aşk, aşıklar şehri İtalya'nın güzeller güzeli Verona şehrinde filizleniyor. Verona'nın birbirine düşman iki ailesi -Capulet'ler ve Montague'ler- hayatlarının hesabını yaparken bir şeyi atlıyorlar. Gerçek aşkı... Bu hikaye, aşk acısı çeken Romeo'nun katıldığı bir partide Capulet'lerin bir başkasıyla görüşen kızları Juliet'e aşık olmasıyla başlıyor. "Hayat, siz planlar yaparken olanlardır" sözünü kanıtlar yeni ve planlanmamış bir aşk olarak... Gerçek aşktan, ne kadar isteseniz de kaçamazsınız.

Romeo-Juliet balo
Juliet'in odasının önünde genç kıza reverans yapan Romeo, Juliet'in kalbini çoktan fethetmiştir ve ikili gizlice kaçarak rahip Laurence'tan kendilerini evlendirmesini isterler.

Romeo ve Juliet-balkon sahnesi
Ancak hayat bu ya, evlendikleri gün  Romeo, Juliet'in kuzeni Tybalt'la karşılaşır. Romeo'nun arkadaşı Mercutio kışkırtmalar sonucu Tybalt'la dövüşür ve onu öldürür. Bunun karşısında Romeo da Tybalt'ı öldürerek arkadaşının intikamını alır... Romeo ve Juliet için şimdi acının zamanıdır...

Lady Capulet ve Tybalt
Olayları öğrenen aile, Juliet'in evli olduğunu bilmeden onu daha önceden görüştüğü Paris'le evlendirmeye karar verir. Bunun üzerine rahipten kendisini uzun süre uyutacak bir ilaç alan Juliet, uzun süreli bir uykuya dalar. Taa ki, ona haber götürmesi gereken rahip kendisine ulaşamadığı için Romeo gelip sevgilisinin öldüğünü zannedene ve onun baş ucunda gerçek bir zehir içip ölene dek uyur Juliet... Uykusundan uyanan Juliet acı gerçekle yüzleştiğinde çok geçtir...

Romeo-Juliet
Aşk düşmanlık tanımadığı gibi, ayrılığı da kabul edemez kalp... Juliet bu kez sevdiği adamın bedeni üzerinde kendisini bıçaklayarak gerçekten ölüme bırakır ve Rahip Laurence onları Tanrı'nın önünde kutsarken perdeler kapanır...

Rahip Laurence & Romeo ve Juliet
Kostümler, ışık düzenlemesi, sahne tasarımı adeta sizi o zamanların yaşanmışlığına çeker gibi... Öyle güzel bir organizasyon ve koreografi yapılmış ki, aşkı da, ölümü de iliklerine kadar hissediyor insan.
Öyle ki, Juliet rolündeki İZDOB baş balerini Aslı Çilek sahnede Romeo'nun eli elinde çığlık attığında, bir an kalbiniz yerinizden sökülmüş gibi hissediyorsunuz... O derece içten, o derece hayattan, o kadar kalplerinize yakın bir koreografi olmuş sahnelenen... Aslı'ysa duruluğu, sahnedeki gerçekliği, tutkusu ve büründüğü her rol ile adeta bütünleşen ruhunun gücü ile izleyiciyi kendisine hayran bırakıyor.Onunla gülüyor, onunla aşık oluyor, onunla acı çekiyor, onunla ölüyorsunuz oturduğunuz koltukta. Çünkü o dans etmiyor, yaşıyor.

Juliet odasında

Juliet-Aslı Çilek
Romeo rolünde karşımıza çıkan Boğaçhan Bozcaada, kesinlikle hem teknikte hem de liftlerde çok iyi görünüyordu... Juliet'i havalarda gördüğüm her an, uyumlarına hayran kaldım dersem abartmış olmam... Her bir pas de deux ben de dengeli bir uyum ve estetik izi bıraktı...



Lady Capulet rolünde Yasemin Altınel, Lord Capulet rolünde Bülent Özdemir çıkıyor karşımıza. Her biri, bale sanatının inceliklerinin hakkını fazlaca vermiş, kıyafetleriyle sahnede adeta uçuşuyorlar. Beni en çok etkileyenlerden biri ise, Rahip Laurence rolündeki Oktay Keresteci idi. Bir eser ancak bu kadar çok büyük ismi bir arada barındırabilirdi. Öyle ki, bir süre sahnede rahibe bakarken "Acaba o mu?" derken buldum kendimi... Öyle ya, büyük isim Oktay Keresteci... Çok da büyük oynamış rolünü... Tam bir rahibe yaraşır nitelikte. Saygıyla eğilmek gerek...

Juliet ve Peder Laurence
Esere sponsor olan Tab Sanat Akademi yetkilileri çok değerli bale sanatçısı Ömür Uyanık ve eşi de prömiyerdelerdi. Öyle güzel bir ekip sahip çıkmış ki bu dünyaca ünlü esere, yabancı balelere taş çıkartan bir sonuç çıkmış ortaya. Gurur duyulası, onur duyulası bir sonuç... Hem de sanata sahip çıkmaya bunca ihtiyaç duyduğumuz böylesi günlerde... Kalbim güm güm attı, kalkıp sahneden ellerini öpmek istedim tek tek.

Bence bu eserde dikkat çekilmesi gereken bir nokta daha var. Sahnede aşkı, partiyi, dansı, geçmiş zamanları anlatmak alışılagelmiş senaryolardır ve hepsini anlatmanın çeşitli yolları, mimikleri, sanatçıların kullandığı bireysel beden dilleri vardır. Ama bu eseri izlerken fark ettim ki, ekip belki en zor olan alanlardan birini daha başarıyla yönetmiş. Savaş, kavga ve dövüş sahneleri... Bedeni kullanıp yöneten bir sanatçının aynı anda bir savaş aletini kullanması ve bunu izleyiciye adeta gerçekmiş gibi hissettirebilmesi ve bunu karşıdaki bedeni de son derece ustalıkla hizalayarak yapabilmesi başarı gerektiriyor. Çok başarılılardı...

Eserin final bölümünde yer alan ölüm sahnesi ise, insanı oturduğu koltukta sürekli yutkunur hale getiriyordu. Ölüm hiç kimsenin kabul edebildiği bir gerçeklik değilken, henüz doyasıya yaşanamamış bir aşkın ölümünün üzerinden gelebilmek... Sahne nasıl olsa uzak diye düşünmemek lazım, mimikler, sahnelenen eserin nasıl da hissedilerek sahneye konduğunu öyle güzel yansıtıyor ki, sanatlarının önünde saygıyla eğilmek gerek...

Romeo ve Juliet-final

Aşk ve ölüm düşmanlık tanımaz...
Mercutio rolünde dönüşümlü olarak Sertan Yetkinoğlu ve Hazar Özideş, Tybalt rolünde ise dönüşümlü olarak Dolun Doyran ve Yiğit Erhan çıkıyor karşımıza... Lady Montegue'i Göksu Kaçan ve Lord Montegue'i ise Güçlü Kılıç'ın canlandırdığı temsil 22 Kasım, 8-10 Aralık ve 25-28 Şubat 2017 tarihlerinde yeniden sahnede olacak. Bu şahane eser için neredeyse tüm biletler tükenmiş olsa da, şansınızı denemeye fazlaca değer. Davetiyesini şimdiden almış olanlara keyifli seyirler...

Aşkın tadı damağınızda, sesi kulaklarınızda, izi ruhunuzda kalacak... Tebrikler İZDOB! Sanatınız ayakta alkışlanır güzellikte ve tabii kıymette...

Tüm castlar ve eser hakkında detaylı bilgi için: https://secure.dobgm.gov.tr/opera2013/devopera.aspx?Mud=3#

Romeo ve Juliet-Aşk düşmanlık tanımaz (İzmir Devlet Opera ve Balesi)



10 Kasım 2016 Perşembe

Beni Affet: Kozan Villası’ndan Mesaj Var!


Dizileri hayatın içinden kılan, oyuncularının hayatın tam da içinden olması, her birimizin bir parçasına, bir yüzüne ayna tutmasıdır belki de... Onlarda kendimizi görür, kendimizde gördüklerimizle dünyayı algılarız... 

Beni Affet ile ilgili Ranini Tv’ye yazı sunmaya başladığımda, bir gün dizinin güzel oyuncularıyla yolumun kesişeceğini, hatta ve hatta yönetmenlerinin bir hocamızın öğrencisi çıkacağını ve bu sayede en büyük hayallerimden biri olan bir dizi setine konuk olmanın gerçeğim olacağını hiç düşünmemiştim. Ama hayatın içinde en güzel gerçekler, bazen tek bir hayalle başlar derler... Doğruymuş... “Ha gittim, ha gidicem” derken, o heyecanla beklenen hafta sonu geldi. Bana da avucumda Beni Affet seti ve Kozan villasının saklı cennetinden kalanları, sizlerden gelen mesajlarda heyecanla o anları anlatmamı bekleyen kalplere taşımak kaldı.Maalesef Ranini Tv dizi oyuncularıyla röportajları kendisi programlamak ve yapmak istediğinden, ben bu yazıyı sizlerle kendi bloğum üzerinden paylaşmayı uygun buldum. 


06 NY... plakalı siyah jip, MGA yapım stüdyolarında karşılaşıp tanıdığım ilk kareydi. Görünce, siyahın insanı bazen nasıl gülümsettiğini düşündüm. O jeep, Bulut’un sıklıkla karşımıza içinde çıktığı, kahramanlık hikayelerine dört tekeriyle imza atan jeepin ta kendisi... Kemal'in eski jeepine benzer olması gerektiğinden bu kadar yakın bir model kullanılmış. Öyle ki ben bile bir an aynı araç sandım...

Stüdyolarda beni çok renkli bir ekip karşıladı, hatta ve hatta asansörün kapısı açılıp da karşımda siyah deri ceketiyle Demir’i görüverince, daha doğrusu onun Demir’in ta kendisi olduğunu idrak edince, her ne kadar o paldır küldür asansöre daldığı için konuşma şansım olmasa da, benim için renkli bir başlangıç olmuş oldu denilebilir! MGA Yapım stüdyolarında beni Sevgili Didar Evren Günuğur karşıladı... Onun sıcacık gülümsemesiyle ve benim sürekli ekranda gördüğüm mekanda hoplaya zıplaya merdivenler arasında inip çıkışımla turumuza başladık.


MGA yapım platoları, Savaş komiserin ofisi, karakol, Bahar ve Demir’in yatak odaları, Sedat-Feride-Cüney üçlüsünün şirketleri, Kader ve Mahir’in evi, güneş bebeğin eski odası gibi pek çok sahnenin çekildiği mekana da ev sahipliği yapıyor. Işıklar kapalı olduğu için çektiğim resimler pek renkli olamasa da, setin perde arkasını görmek beni hayli mutlu etti...





Orada yaptığım keyifli bir kahvaltının ardından –üç beş zeytin, bir yumurta ve demli çay her daim candır- düştük yollara... Hedef yemyeşil çimleriyle Kozan villası! Yolda, beni oraya götüren arkadaş şimdi ismini hatırlamasam da bana yol boyu çok keyifli bir sohbette eşlik etti... Setten, setteki olaylardan, oyuncuların güzel kalplerinden, hatta ve hatta dünyanın durumundan, insanların kimliklerinin gölgelerinden sıyrıldıklarında aslında ne kadar bir ve aynı olduklarından, samimiyetin esasından bile bahsettik. 

Kozan villasına ulaştığımda, bahçe kapısının görkemi ve yeşilliklerin tazeliği benim derin derin nefesler almama neden oldu, hiç abartısı yok, tazelendim. Hem de daha ilk anda... Yeşili kalbime doldururken, villanın içinde Kozanların salonunda devam eden çekimlerin ortasına doğru yürüdüm...

İçerde Şeyma Korkmaz, Ulviye Karaca, Zeynep Yasa  ve Nusret Şenay sevgili Bergüzar Demiroğlu’nun son derece titiz ama bir o kadar içten yönetiminde hummalı bir çekimin tam ortasındaydılar. 

Feride sen böyle bir şeyi nasıl yaparsın! Hasret’in elinden çocuğunu nasıl alırsın!”


İşte böyle, Feride’nin gözlerinin dolu dolu olduğu, yanlış anlaşılmanın, pardon daha doğrusu anlaşılamamanın bütün girdabını içinde yaşadığı gelgitlere gebe bir çekimle merhaba dedim bu güzel ekibe... Bir bardak dostluk kokan sıcak çay eşliğinde, çöktüm dizinin güzel yönetmeninin yanındaki tabureye... Kalbim pır pır, set ortamına ilk kez girmiş olmanın verdiği tatlı bir heyecan, ama ondan daha önemlisi uzun zamandır tanışmayı beklediğim bu güzel insanlara ilk merhabanın beni beklemesinin mutluluğu ile daldım gittim çekimlere...

Set ortamı çok renkli... Özellikle değerli tiyatrocu Ulviye Karaca’nın bir yanı hala çocuk kalbi, saf sevgisi ve enerjisi ortama öyle güzel bir ahenk katıyordu ki, enerjisinden ruhum tazelendi. Onlar Kozan villasının mor koltuklarında çekimlerine devam ederken, aslında sinema televizyon sektörünün ne kadar zorlu ve yorucu, emek isteyen bir iş olduğuna bir kez daha şahit oldum.  Bizim o televizyonda farklı açılardan yakın çekim karelerle izlediğimiz birkaç dakika, arka arkaya, her defasında farklı açılardan ve her seferinde farklı  bir karaktere yapılan yakın plan çekimlerle tamamlanan uzun bir süreç aslında... Ve kalbinin güzelliği ruhuna yansıyan sevgili Bergüzar Demiroğlu ise, bu güzel çekimler esnasında son derece titiz ve ciddi! Zaten diziyi yaşanır kılan da bu ekibin titiz ve ahenkli çalışması sanırım...


Çekim arası set çok eğlenceli, pek tatlı. İlk merhabaların ardından başlayan tatlı sohbetimizle birlikte, bu güzel insanların sıcacık kalplerine de dokunma şansım oldu. Kozan villasının mavi havuzunun yanında oturup sohbet ederken, çok sevgili Ulviye Karaca ve Zeynep Yasa’nın kocaman ruhlarına merhaba dedim. 



Öyle güzel insanlar ki, hangi bir güzelliklerini anlatayım bilemedim. Ulviye hanımla hayatın derinliğinden söz ederken, kendimi hiç bilmediğim bir zamanın hiç bilmediğim bir yerinden tanışıyormuşuz gibi hissederken buldum. Sohbet esnasında hayattan, kaderden, insan kesişmelerinden bahsederken, içimden bir ses hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bir daha yineledi bana... 

Belki de en renkli anlardan biri, Zeynep Aytek Metin ve Ulviye Karaca’nın çocuksu ruhlarıyla şen şakrak söyledikleri şarkılardı:

Unut sevme beniii, bu aşkın sonuuu, ne yazık ki hüsran gözyaşı dolu!”

Ulviye Hanım’a “Size dizide en yakın gelen karakter hangisi?” diye sorduğumda, “Nazire!” demesinden de belli aslında ruhlarının benzerliği. 

Hadi bir daha söyleyin de kaydediyim” dediğimde beni hiç kırmadan başladılar aynı tonda, hayatın frekansına uyum sağlar nitelikte şarkıyı yeniden seslendirmeye... Çekimi bitirdiğimde, yüzümde kocaman, samimi bir gülümseme vardı.


Önce çekingen çekingen duran ben, öğle yemeği molalarında açılıp şakımaya başladım. Bu arada sete gelen Murat Danacı, yani o pek çoğunuzun hayranlıkla izlediği Cüneyt Kozan da diline dolanan bir “Alarko kombi” melodisiyle ortama bambaşka bir eğlence katınca, birden kendimi onların dünyasına dahil oluvermiş buldum. Ordan burdan konuşulurken, laf dizinin senaristlerine de gelmedi değil.

“Onların ayrı bir dünyaları var galiba...” diyiverdiğimde, değerli tiyatrocu Nusret Şenay’ın bakışının anlamını hala çok net hatırlıyorum. “Tam isabet” der gibiydi... Bu arada hemen belirtelim, Nusret beye en yakın gelen dizi karakteri taa en başından beri Eylül’müş. 


Sevgili Şeyma... Güzeller güzeli Feride... En sevdiği renk mavi... Belki de o nedenle ruhu ruhuma bu kadar yakın duruyor, kimbilir... Şeyma’nın diziye Feride karakteri olarak katılması kaderin bir eseri aslında. Yeğeninin rahatsızlığından dolayı, beş altı kez reddetmek zorunda kalmış rolü. Ama yapımcılar vazgeçmemiş, tutmuşlar Şeyma’yı kalbinden, ondan şahane bir Feride yaratıvermişler. İyi ki de yapmışlar bence! Kendisi Feride karakteri ile arasında hiçbir benzerlik olmadığını söylüyor ama, bana kalırsa saf kalpleri ve hayata, iyiliğe inanan yanlarıyla taşıdıkları benzerlikler var Şeyma ile Feride’nin.  Türkiye’de öyle ya da böyle belli bir rol sektörünün şekillenmeye başladığı bu dönemlerde, içinde iyilik olmayan biri “iyi” bir rolün hakkını bu kadar veremez yoksa... Sarı saçları, kendinden nazar boncuğu maviş maviş gözleriyle, iyiliğin resmini anımsattı bana...



En büyük hayalini kendisine saklasa da, en büyük korkusu yükseklikmiş onun! Dönme dolaba bindiği bir seferinde tepesinde bayılıvermiş, o derece yani! Hani o hiçbir şeyden korkmaz Feride’nin Şeyma’sı, soyadına inat belki de hayatta bir tek yükseklikten korkuyormuş. Çünkü o da hepimiz gibi insan, başını yastığa koyduğunda kalbini hoplatan hayalleri, ruhunu titreten acıları, zihnine hükmeden korkuları var...  Dizi sektörünü bireylerin kendisinin yorumlayabildigi, kafalarında kurdukları şeyleri yansıtabildikleri, üzerinde çok fazla şey deneyebildikleri bir meslek alanı olduğu için oldukça keyifli buluyor. Güzel sanatlar okumuş Şeyma, aslında resim öğretmeni... O nedenle bunun tüm alanları ona “özgürlük” gibi geliyor... 

En çok oynamak istediği rolü merak ettiğimde, “Başroller herzaman doğru, temiz ve saftır ülkemizdeki dizilerde. O yüzden kesinlikle kırmızı çizgileri olmayan coşturabileceğim bir karakter olmasını isterim.” diyor ve bunun kendisini zorlayabilecek, sınırlarını aşmasına vesile olabilecek bir karakter olmasını istediğine de dikkat çekiyor.

Gelelim pek çoğumuzun gıptayla baktığı Feride ve Cüneyt ikilisine... Onlar çoğu insanın derinde bir yerde hayal ettiği tarzda bir aşkı yansıtıyor ekrana. Yaşamdaki pek çok faktöre, kötülüğe, entrikaya, başka insanlara, yani aslında kısaca yaşamın kendisine rağmen devam eden güçlü bir bağlılık var ekranda, senaryoda, karakterlerde... Şeyma’ya göre, Cüneyt ve Feride çifti aslında hiç sorun yaşamayan, tüm sorunlarının dış faktörlerden doğdunu görebileceğimiz, ilişkilerinde biraz fevri kararlar verebilen bir çift...


Şeyma’dan dizinin yönetmeni sevgili Bergüzar Demiroğlu’na bir mesaj vermesini rica ettiğimde şunları söyledi:

Bergüzar hoca benim Beni Affet’te tanıdığım, hocam, iş arkadaşım dışında biri değildi. Taa ki ablamın başına gelen talihsiz korkunç olaydan sonrasına dek... Elinden gelen sadece yanımda olmaktı, ki başka ne istenir, davalarda beni yalnız bırakmayan ve yanımda olduğunu hissettiren güzel kalpli insan, elinden geldiğince yükümden almaya çalıştı! Ben şimdi ona sadece hoca, iş arkadaşım diyemem, dost olmuş meğer! Sağol, var ol Bergüm!”


Ve gelelim en sona sakladığım, en güzel mesajına Şeyma’nın... Bu mesaj siz sevgili izleyenlere... Diyor ki:
“Altı sezondur bizi yalnız bırakmadıkları için çok çok çok teşekkür ediyorum onlara. Onların sadık oluşu bizim uzun ömürlü olmamızı sagladı.” Bu arada da, hayatın rutin değişimlerinden, insanların bireysel kader yollarından dolayı son sezonda dizide meydana gelen değişimler sonrası izleyicilerden gelen tepkilere ilişkin bir mesaj vermekten de geri kalmıyor... Ve bu konudaki sözlerinin altına imzamı atarım.

“Bana çok fazla mesajlar geliyor dizi saçmaladı gibi... Bu konuyla ilgili yetkili kişi ben değilim ve bir de gerçekten çok acımasız yorumlar yapıyorlar. Bu bir günlük dizi... Her gün bir olay yazmak senaristler içinde oldukça zor. Haftalık dizilerle bizim dizinin konusu arasında hiçbir fark yok, sadece onlar haftanın bir günü yayınlandıgı için bir gecede (120 dk) olayı anlatıyorlar, bizde haftada her gün 255 dakikada anlatıyoruz. Bu da olayları sürdürmek durumunda bırakıyor bizi!”

Hayat da diziler kadar gerçek bir kurgu aslında, tek fark, oradaki baş rol oyuncusunu izlemiyor, bizzat biz yaşatıyoruz yaşamın içinde... Set bizim hayatımız, baş rol oyuncusu biziz... Kozan villasında 5. Sezonun sonunda kurşun yağmuru yağan bahçeden ayrılırken, avuçlarımda kalan huzur, umut, hayaller, ve her şeye rağmen güzel günlere gebe bir dünyanın umuduydu aslında... 



Çocukları küçük kurşunlarla mı vururlar anne?” kelimelerinin yankılandığı bir dünyada, güzelliği yayabildiğimiz kadar insanca yaşıyoruz her birimiz. Beni Affet, hem kamera arkası ekibi, hem de oyuncularıyla son derece hayata dokunan bir yapım. Affetmenin en büyük erdem olduğu bir dünyada, bize kendi affedemediklerimizi, kendi duygularımızı, kendi hayal ve korkularımızı yansıtıyor. Günlük dizi olması sebebiyle bir kareyi bir bölüme yayarak vermelerinin gerekliliği dışında, bence dizide eleştirilecek hiçbir şey yok. Güzel insanların güzel enerjilerinin ve inancın gücünün sonuca ve ekrana yansıdığı, uzun soluklu bir başarı örneği...

Aslında eğer planlama değişmeseydi, gecekondu ekibi ile de tanışma şansım olacaktı ama o da başka bahara artık... Beni Affet, gücünü yapım ekibi kadar izleyicilerinin tutkulu bağlılığından da alan bir yapım. Gelecek günlerde çok daha hareketli sahnelere gebe bu yapımda bakalım daha neler olacak?


Son bir söz de benden; başta Bergüzar Demiroğlu olmak üzere, beni bu renkli ekibe bir günlüğüne de olsa dahil eden ve sıcacık yüreklerini benimle paylaşan tüm oyunculara, Nilay Emirmahmutoğlu dahil olmak üzere tüm set ekibine sonsuz teşekkür ediyorum! İyi ki “Beni Affet”e inandınız... İyi ki bizi de güzel kalplerinize inandırdınız! Size hiç nazar değmesin...











14 Ağustos 2016 Pazar

Sanatçıma Dokunmayın Çünkü Sanat Yaşamaktır!

"Aklım erdi ereli gözlemliyorum, aynı havayı soluyup aynı memleketi seven insanlar birbirini hor görüyor, birbirine kin besliyor, birbirine saldırıp duruyor. Fikirler giderek kutuplaşıyor, tahammülsüzlük erdem olmaya başlıyor. Yıllardır istikrarla süren birbirini küçümseme, kötüleme eğilimiyle, toplumu bir arada tutan kültür tutkalı eriyor. Kendim için üzülmüyorum. Canımdan çok sevdiğim memleketimdeki sevgisizlik ve hoyratlık için üzülüyorum." (Burçak Çöllü)

"Ne yazacağımı bilemiyorum. Hiç anlamadığım bir süreçten geçiyorum-z-.Sahne üzerinde, birlikte dünyanın en güzel mesleğini paylaşmaktan her zaman gurur duyduğum altı meslektaşımla beraber, çeyrek asırdır emek verdiğim tiyatromdan uzaklaştırıldım. Açığa alındık.Yazıp yazmamayı çok düşündüm ama aldığım bunca destek mesajı ve güzel dileğe kayıtsız kalamayacağımı anladım.Bizim adımız eski Yunan'dan beri 'oyuncu'. Bildiğimiz, yaptığımız tek iş bu, oyunculuk. Ve benim ustalarımdan öğrendiğim bir şey var, gerçek her zaman bir tanedir ve bir gün mutlaka ortaya çıkar.Yeniden sahnede olacağımız, işimizi yapacağımız günler mutlaka gelecek. En kısa sürede bu yanlışın düzeltilmesini diliyorum."Hayat muhteşem olmadığı için sanat var". Ve sanat, korkakların işi değildir.Ömrünüz yettikçe, korktuğunuz şeye dönüşmeyin. İyi ki varsınız." (Sevinç Erbulak)


"Güzel insan, iyi insan olmak derdindeyiz..Bakıp göremeyen,dinleyip duyamayan,dokunup hissedemeyen bir dünya değil bizimki.. Sahneden her akşam minnetle indim..Kalbim seyircinin alkışlarıyla çoşa çoşa..Avuçları patlarcasına alkışlarken onlarla paylaştığımız mutluluğu özleyeceğim..Çoğu zaman hayatımın zorluğu olan tiyatro;her Zaman hayatımın zorluklarına katlanabilme gücüm oldu..Ben hep sahnede olacağım;inadına tiyatro!inadına sanat!inadına! Ama ‪#‎NedenAtıldık" (Pervin Bağdat)



Sanatlarına saygı duyduğum güzel kalplerin kelimeleri bunlar. Kelimelerini topladım, kelimelerime ekledim... Seslerine ses olabilmeyi diledim. Çünkü onlar, bugün onur duydukları bu ülkede, sebepsiz yere işlerinden oldular.

17 yaşındaydım. Şimdi 31 bitti. Tam 14 sene. Tam 14 senedir  iletişim/sahne eğitimi almama izin vermediği için içten içe anneme öfke duydum. Kendince haklı nedenleri vardı belki ve belki de hakkımda en hayırlı olan buydu. Her neyse, türlü gerekçelerle kendimi ikna ettim. Ama o öfke hiç tam olarak bitmedi. Belki sadece kalbimi içimden kazıya kazıya alıştım, kabullendim. Ama her sahne gördüğümde içim cız etti, gözlerim doldu. Ne dolmak... "Başka bir hayatım olabilirdi..."nin ne demek olduğunu iliklerime kadar hissettim. Ve şimdi bugün, bakıyorum o sahnede hayat bulanlara uzaktan... Öyle canım acıyor ki...

Alkış sesini susturmaya çalışıyorlar bu ülkede sanki. Sanatı, insanı öldürüyorlar. Alkışın karşısında eğilmeyi bilen, "Ben sizinle varım" diyebilen, benden önce biz olabilen belki de nadir insanları öldürüyorlar. Duyarlılığı susturuyorlar. Gülüşleri, ağlayışları, müziği, dansı susturuyorlar. Adım adım bağlıyorlar ellerimizi, kalbimizi. Görmüyoruz, duymuyoruz, bağırıp çağıramıyoruz. Sahnelerimizi kapatıyorlar, perdelerimizi indiriyorlar, öylece bakıyoruz.




Sanatçılar... Bu dünyada kalbin ritmini en yakından tanıyan, ruhun sesini konuşmadan duyan, sesi söze, sözü oyuna, müziği dansa, dansı hikayeye dönüştürebilenler... Kalpten kalbe konuşabilenler onlar... Görünmeyeni ruhlarında hisseden, ruhlarında hissettiklerini hayata pürüzsüzce yansıtabilenler... Alkışın sesinde her akşam yeniden hayat bulup, her gün yeniden hayat  ve hayal üretebilenler... Topluma ışık tutan, ayna olanlar...

Kimi zaman bir oyun repliğinde gözyaşı döken, bir perdede aşık olanlar... İnsanı insana insanla anlatanlar onlar. Bedenleriyle, sesleriyle, duruşlarıyla yaşamı harekete geçirenler. Her kırmızı koltukta oturduğumda, o son selamda gözyaşlarım olanlar onlar!




Kim ne derse desin, ne iş yaparsam yapayım, ben onlardanım, ruhum onlardan. İşim başka da olsa, ben onlardanım. Kalbim hepsiyle ayrı ayrı atıyor. Onlar ölürken, ben de ölüyorum. Ve hala, biri çıkıp ışıkları yakacak, "Hepsi oyundu, perde kapandı.Hadi kaldığınız yerden devam!" diyecek diye umuyorum.... Ben hala umuda, ben hala insana inanmak istiyorum!

Bir sanatçı, toplumun mum ışığıdır. Sesidir, sözüdür, konuşanıdır. Bir sanatçı, karanlık bir gecenin aydınlık sabahıdır. Bir sanatçı, parayı yaşamak için, sanatı dünya ve insan için görendir. Tanrı'nın duygu yansımasıdır sanatçı.


Eğer bir ülkede sanat ölürse, sabahlar daha karanlık, günler daha tekdüze, ilişkiler çok daha sıradan olur. Sanatçılar ölürse bir ülkede, anlayış, inanç, duygu, empati azalır bir toplumda. Paylaşmak, anlamak için dinlemek, yardım etmek için hareket etmek azalır.

Sanatçı duygudur. Duyarlılıktır... Sevgidir... İlhamdır... Sihirdir... İnançtır... Paylaşmaktır...


Sanatçı özdür. Özeldir... Güzeldir. İnsana dokunandır sanatçı... İnsanla dokunandır.


Sanatçıma dokunmayın... Yarınıma, insanıma, duyarlılığımıza dokunmayın! Çünkü sanat yaşamaktır...Çünkü sanatçı, hangi dalda olursa olsun, yaşamı parlatandır. Perdelerimizi açın, festivallerimizi bize geri verin, sanatçılarımızı koruyun! Biz birlikte güzeliz!




Sanatçıma Dokunmayın Çünkü Sanat Yaşamaktır!





"Aklım erdi ereli gözlemliyorum, aynı havayı soluyup aynı memleketi seven insanlar birbirini hor görüyor, birbirine kin besliyor, birbirine saldırıp duruyor. Fikirler giderek kutuplaşıyor, tahammülsüzlük erdem olmaya başlıyor. Yıllardır istikrarla süren birbirini küçümseme, kötüleme eğilimiyle, toplumu bir arada tutan kültür tutkalı eriyor. Kendim için üzülmüyorum. Canımdan çok sevdiğim memleketimdeki sevgisizlik ve hoyratlık için üzülüyorum." (Burçak Çöllü)






"Ne yazacağımı bilemiyorum. Hiç anlamadığım bir süreçten geçiyorum-z-.Sahne üzerinde, birlikte dünyanın en güzel mesleğini paylaşmaktan her zaman gurur duyduğum altı meslektaşımla beraber, çeyrek asırdır emek verdiğim tiyatromdan uzaklaştırıldım. Açığa alındık.Yazıp yazmamayı çok düşündüm ama aldığım bunca destek mesajı ve güzel dileğe kayıtsız kalamayacağımı anladım.Bizim adımız eski Yunan'dan beri 'oyuncu'. Bildiğimiz, yaptığımız tek iş bu, oyunculuk. Ve benim ustalarımdan öğrendiğim bir şey var, gerçek her zaman bir tanedir ve bir gün mutlaka ortaya çıkar.Yeniden sahnede olacağımız, işimizi yapacağımız günler mutlaka gelecek. En kısa sürede bu yanlışın düzeltilmesini diliyorum."Hayat muhteşem olmadığı için sanat var". Ve sanat, korkakların işi değildir.Ömrünüz yettikçe, korktuğunuz şeye dönüşmeyin. İyi ki varsınız." (Sevinç Erbulak)






"Güzel insan, iyi insan olmak derdindeyiz..Bakıp göremeyen,dinleyip duyamayan,dokunup hissedemeyen bir dünya değil bizimki.. Sahneden her akşam minnetle indim..Kalbim seyircinin alkışlarıyla çoşa çoşa..Avuçları patlarcasına alkışlarken onlarla paylaştığımız mutluluğu özleyeceğim..Çoğu zaman hayatımın zorluğu olan tiyatro;her Zaman hayatımın zorluklarına katlanabilme gücüm oldu..Ben hep sahnede olacağım;inadına tiyatro!inadına sanat!inadına! Ama ‪#‎NedenAtıldık" (Pervin Bağdat)

Sanatlarına saygı duyduğum güzel kalplerin kelimeleri bunlar. Kelimelerini topladım, kelimelerime ekledim... Seslerine ses olabilmeyi diledim. Çünkü onlar, bugün onur duydukları bu ülkede, sebepsiz yere işlerinden oldular.


17 yaşındaydım. Şimdi 31 bitti. Tam 14 sene. Tam 14 senedir  iletişim/sahne eğitimi almama izin vermediği için içten içe anneme öfke duydum. Kendince haklı nedenleri vardı belki ve belki de hakkımda en hayırlı olan buydu. Her neyse, türlü gerekçelerle kendimi ikna ettim. Ama o öfke hiç tam olarak bitmedi. Belki sadece kalbimi içimden kazıya kazıya alıştım, kabullendim. Ama her sahne gördüğümde içim cız etti, gözlerim doldu. Ne dolmak... "Başka bir hayatım olabilirdi..."nin ne demek olduğunu iliklerime kadar hissettim. Ve şimdi bugün, bakıyorum o sahnede hayat bulanlara uzaktan... Öyle canım acıyor ki...



Alkış sesini susturmaya çalışıyorlar bu ülkede sanki. Sanatı, insanı öldürüyorlar. Alkışın karşısında eğilmeyi bilen, "Ben sizinle varım" diyebilen, benden önce biz olabilen belki de nadir insanları öldürüyorlar. Duyarlılığı susturuyorlar. Gülüşleri, ağlayışları, müziği, dansı susturuyorlar. Adım adım bağlıyorlar ellerimizi, kalbimizi. Görmüyoruz, duymuyoruz, bağırıp çağıramıyoruz. Sahnelerimizi kapatıyorlar, perdelerimizi indiriyorlar, öylece bakıyoruz.





Sanatçılar... Bu dünyada kalbin ritmini en yakından tanıyan, ruhun sesini konuşmadan duyan, sesi söze, sözü oyuna, müziği dansa, dansı hikayeye dönüştürebilenler... Kalpten kalbe konuşabilenler onlar... Görünmeyeni ruhlarında hisseden, ruhlarında hissettiklerini hayata pürüzsüzce yansıtabilenler... Alkışın sesinde her akşam yeniden hayat bulup, her gün yeniden hayat üretebilenler... Topluma ışık tutan, ayna olanlar...


Kimi zaman bir oyun repliğinde gözyaşı döken, bir perdede aşık olanlar... İnsanı insana insanla anlatanlar onlar. Bedenleriyle, sesleriyle, duruşlarıyla yaşamı harekete geçirenler. Her kırmızı koltukta oturduğumda, o son selamda gözyaşlarım olanlar onlar!


Kim ne derse desin, ne iş yaparsam yapayım, ben onlardanım, ruhum onlardan. İşim başka da olsa, ben onlardanım. Kalbim hepsiyle ayrı ayrı atıyor. Onlar ölürken, ben de ölüyorum. Ve hala, biri çıkıp ışıkları yakacak, "Hepsi oyundu, perde kapandı.Hadi kaldığınız yerden devam!" diyecek diye umuyorum.... Ben hala umuda, ben hala insana inanmak istiyorum!


Bir sanatçı, toplumun mum ışığıdır. Sesidir, sözüdür, konuşanıdır. Bir sanatçı, karanlık bir gecenin aydınlık sabahıdır. Bir sanatçı, parayı yaşamak için, sanatı dünya ve insan için görendir. Tanrı'nın duygu yansımasıdır sanatçı.





Eğer bir ülkede sanat ölürse, sabahlar daha karanlık, günler daha tekdüze, ilişkiler çok daha sıradan olur. Sanatçılar ölürse bir ülkede, anlayış, inanç, duygu, empati azalır bir toplumda. Paylaşmak, anlamak için dinlemek, yardım etmek için hareket etmek azalır.

Sanatçı duygudur. Duyarlılıktır... Sevgidir... İlhamdır... Sihirdir... İnançtır... Paylaşmaktır...


Sanatçı özdür. Özeldir... Güzeldir. İnsana dokunandır sanatçı... İnsanla dokunandır.


Sanatçıma dokunmayın... Yarınıma, insanıma, duyarlılığımıza dokunmayın! Çünkü sanat yaşamaktır...Çünkü sanatçı, hangi dalda olursa olsun, yaşamı parlatandır. Perdelerimizi açın, festivallerimizi bize geri verin, sanatçılarımızı koruyun! Biz birlikte güzeliz!











15 Mayıs 2016 Pazar

ADIM ADIM: IŞIĞIN ÖNÜNDEKİ ENGEL SİZSİNİZ!

Yaşamak, hayata dört elle tutunmak demek değildir. Yaşamak hayata tüm hücrelerinle tutunmaktır.” GÖKHAN

Bazen hayat istediğimiz gibi gitmeyebiliyor ama Tanrı bir şanssızlığın karşısında başka bir yetenek veriyor.” AYŞEN

Bu dünyadaki işim bitti, öbür dünya için bir şeyler yapmak lazım. Günahlarımızı camilerde değil, sokaklarda, caddelerde, dışarıda gerçekleştiririz.” CAN
----
Gözleri görmeyen ama notaları kalbinde duyarak müziğiyle yaşama tutunan Ayşen, yürüyemeyen ama dans edebilen Gökhan, Bora ve Can, down sendromlu diğer onlarca çocuk… Onlar hikayenin yalnızca görünen yüzü. Onlar gerçek hayat!
----
Beethoven’ın Ay Işığı Sonatı’nı nasıl bestelediğinin hikayesini bilir misiniz? Büyük müzisyen yolda yürürken çok güzel bir müzik sesi duyar. Başını kaldırıp sesin geldiği pencereye bakar. Kimin çaldığını merak ederek evin kapısını çaldığında, piyanoyu çalanın gözleri görmeyen bir kız olduğunu görür. Büyülenen Beethoven genç kıza bir isteği olup olmadığını sorar. Kız “Ben ay ışığını hiç görmedim. Bana onu anlatabilir misin?” der ve bunun üzerine Beethoven piyanonun başına oturarak Ay Işığı Sonatı’nı besteler.

Yani mucizeler, hayatın önümüze sunduklarının ta kendisinden çıka gelirler. Bir insandan, bir müzik sesinden, hala atan bir kalpten, çocuğuna tüm engelleri aşmayı öğreten bir anneden ve başına gelen her şeye rağmen hala hayata inanan bir çocuktan gelir mucizeler.

Türkiye’de ilk kez castını gerçek engelli bireylerin canlandırdığı Adım Adım filmi, işte tam da bunu anlatıyor. 6 Mayıs’ta vizyona giren film büyük usta Haldun Dormen, Asuman Dabak , Yüksel İnan ve bizim ülkemizin gerçek engelli bireylerini bir araya getiren ilk yapım. Size çok muhteşem bir film hikayesi anlatmak isterdim. Çünkü film gerçekten öyle!



Ama ne acı ki, henüz bir haftadır vizyonda olan filmi İzmir’deki Karaca sineması hariç tüm büyük sinemalar gösterimden “düşük gişe” bahanesiyle kaldırıvermiş! Oraya baktım yok, buraya baktım yok… Bir tek Karaca “Biz bu hafta da direneceğiz, destek vereceğiz” diyor. Gişedeki görevli halkın duyarsızlığını dile dökerken, filmin sosyal medyada aldığı ilgiyi düşündüm ve bir kez daha büyük bir öfke duydum. Büyük salonda var olan tek matinede, bir Cumartesi günü 95 dakikalık bir filmi, yalnızca YEDİ kişi izledik. YEDİ!

Evet şimdi dağılabilirsiniz. Bu kadarız çünkü. Barda, dışarıda bir yemekte, dost sohbetinde gözü kapalı harcadığımız 120 dakikadan bile az bir süreyi ve topu topu 10 küsur lirayı, bu toplumun en büyük gerçeğine ayırmayacak kadarmışız.

Oysa sosyal medya, beğenilerinizden çalkalanıyordu. Yorumlar, destek sözleri, paylaşımlar gırla gidiyordu. Tüm bunların sonucunda ise toplamda 78 milyona yakın bir ülke, üç milyona yakın bir şehirde, 2000 civarı bir izleyici… Sahi, gerçekten bu kadar mıyız biz?

Oturduğum koltukta, hayatlarını bildiğim o gerçek hikayeleri izlerken, salonda beni görecek çok az kişinin olduğunu bilmeme rağmen küçüldüm. Önce utandım. Sonra fark ettim ki, utanması gereken ben değilim. Bana sıra gelene dek, yaklaşık bir buçuk milyon insan var!

Bu film, üç Oskar ödülüne aday değil veya en iyi film ödülü taşımıyor. Bu film, yalnızca kalbinde insanlık taşıyanların anlayabileceği bir film. Peki, kalbinde hala insanlık olan yalnızca 2000 kişi mi var bu ülkede?


Haldun Dormen dahil tüm oyuncular gönüllüce yer almış filmde. Sinan Uzun’un yazıp yönettiği filmin sonucunda engellilerle vaat edilmiş şeyler var, ama takdir edersiniz ki 2000 küsur kişilik bir gişe, bunun için hiç de yeterli değil. Merak ediyorum, ne yapıyoruz bu sıralar? Başımıza kurşun yağıyor da evden çıkma yasağını mı delemiyoruz? Savaş çıktı eşimizi mi bekliyoruz gözümüz yollarda “acaba sağ mı?” diye… Her şey bir yana, biz birbirimize bu kadar duyarsızlaşacak kadar mı unuttuk her şeyin hepimiz için olduğunu?

Hepimiz aynı hayatın sınırlarında dans ediyoruz. Tek fark, durduğumuz yer ve hangimizin engelleri aşmayı tercih ettiği! Onların deyimiyle, ya onların engeli olacaksınız, ya da engelleri aşmalarını sağlayan ışık.

Ben hala, Türk milletinin içinde aydınlık bir taraf olduğuna inanmak istiyorum. Bu yazı benim sizlere attığım bir adım, yürümesi ise sizden!

Gökhan’ın annesi diyor ki filmde : “İstersen yapabilirsin. İstersen yaşayabilirsin. İki kolu ve iki bacağı olan herkes dans ediyor. Eğer sen sanatçıysan, tekerlekli sandalyede de dans edebilirsin. Yapabilirsin oğlum, inan Gökhan!”



Peki siz onlara, siz kendinize, siz yaşama neler verebileceğinize gerçekten inanıyor musunuz acaba? Peki ya siz hangisini seçeceksiniz? Engel olmayı mı, engel olana ENGEL OLMAYI mı?

İşte o dar geçit, yalnızca bir hafta ve bir sinema bileti uzağınızda. Bora'nın güzel yüzü, Gökhan'ın dirençli kalbi, Can'ın değişen ruhu bir sinema ekranı uzağınızda! Onlar için "ışığa giden yol", sizin için yalnızca 95 dakika, bir sinema bileti kadar uzak! Utanmamak için bir haftanız var. Bu da, sizin sınavınız!

“Birine yalnızca dokunarak değiştirdiğimiz o kadar çok an var ki… Bazen fark ederek, bazen etmeden…”

Siz lütfen en azından bu hafta fark etmeyi seçin. Siz hiçbir şey kaybetmezsiniz, ama onlar bir dünya kazanır. Çünkü onlar değil, onları görmeden yaşadığınız her an, ENGEL SİZSİNİZ!

https://www.youtube.com/watch?v=LMC_2TPgUAw

Filmin gösterimde olduğu sinemalar: