28 Nisan 2013 Pazar

Dans Etmek: (D)ünyayı (AN)latma (S)anatı...

Beyaz ışıkların, yavaşça aralanan bordo perdelerin arasından yavaşça ortaya çıkarttığı tozlu tahtalar..Evet, bir sahne bu; az sonra yüreğinize dokunacak bir müziğin başlayacağı ve tıpkı siz bir rüyadaymışsınız gibi rengarenk kumaş parçalarının içinde size gülümseyerek ordan oraya uçuşan değişik yüzlerin yer alacağı….Ya da adını koymak gerekirse ”dans edeceği” bir sahne..O değişik gülümsemelerin her biri aslında bir öyküyü anlatıyor….Umudu yada umutsuzluğu, zaferi yada yıkımı, sevgiyi yada nefreti, anıları yada hayalleri….Tek bir koreografinin anlatabileceği kocaman bir yaşamı kısaca..Sahi, nedir "dans"?Hani şu her minik kızın hayallerinden bir kere geçen, yada genelde çoğunluğun "evet ben de bir zamanlar dans ederdim..” diye anımsadığı, kimilerinin dudaklarında sadece bir gülümseme olarak kalmış olan bu "dans" ne gibi gizli harfler taşıyor acaba içinde? 


Klasik bir ansiklopedi tanımıyla sınırlı kalmayacağım ben; çünkü sadece mimik ve jestleri kullanarak bir duyguyu ya da olayı anlatma sanatı değil bence dans.. evet, mimiklerini kullandığın doğru, ama bu sadece senin dans ederkenki duygularını ifade etme şeklin aslında; mutlu olduğunu seni bir rüyada gibi izleyenlere, yada kimi zaman senin yerinde olmak isteyenlere yüreğinle gülümseyerek gösterdiğin, ya da yaşadığın hayal kırıklığını buruk bir tebessümde sakladığın yüz ifadeleri sadece onlar.. Ama anlattıkların o kadar çok ki…. O "acaba bunu nasıl yapıyor, nasıl bu kadar coşkuyla zıplayabiliyor" dediğin bir dansçı, sana "acıya direnen bir mutluluğu" anlatıyor aslında o sahnede.. Ya da hiç ummadığı kadar canı yanarken bir dakika bile dudaklarından eksilmeyen gülümsemesiyle sonuna kadar dansa devam eden o azimli dansçı, aslında senin kendi yaşamında da varolan "gözyaşlarına attığın kahkahaları" temsil ediyor, sen bunu fark etmesen de…. Ve hani senin izlerken saniyelerin nasıl akıp gittiğini anlamadığın o muhteşem gösterinin baş kahramanları, o dört yanı sınırlı tozlu sahnenin içinde uçarcasına dans ederken, ve belki siz bile onun bir yerden diğerine nasıl geçtiğini takip etmekte zorlanırken, o "yaşamın sınırlarına inat özgürlüğü" anlatıyor size hikayesinde….işte bu yüzden dans kelimesi kendi şifresini taşıyor bence içinde….


İşte bu yüzden bence DANS aslında "Dünyayı Anlatma Sanatı" diye geçmeli ansiklopedilerde….Çünkü her yürek sevgiyi anlatmak ister, ya da yarına olan inancını; gökyüzüne edilen masum duaları ve mutluluğun delice yaşanan coşkusunu..Kimi zaman sahnenin bir başından diğer ucuna kadar dönerek giden bir dansçının yerinde olup da o coşkuyu yaşamak istemez misiniz hiç? Ya da partnerinin gökyüzüne kaldırır gibi havalarda uçurduğu o zarif dansçının özgürlüğünü tatmak hoş olmaz mıydı, kimi zaman kendinizi kapana kısılmış gibi hissettiğiniz yaşamın sınırlı hikayesinde..

Biliyor musunuz, aslında hepimizin yaşamı bir hikaye.. Bize sunulan beyaz bir deftere, kendi hikayemizi yazıyoruz nefes aldığımız her saniye..Ve satır aralarına umudu serpiştiriyoruz temiz havayı solur gibi…. ya da gözyaşları damlatıyoruz beğenmediğimiz cümlelerin üzerine….ve saniyeler geçip biz büyürken, kendi masalımızda, kendi yaşamlarımızla dans etmeyi öğreniyoruz aslında, belki de hiç fark etmeden….İşte bu nedenle bizim yaşamlarımız kendi yarattığımız sahnelerimiz aslında, bir yanı anılarımız, diğer yanı hayallerimizle sınırlı olan.. 


En güzel gülüşler provasız olanlardır aslında, işte bu yüzden gülmeyi severiz hepimiz, sırf yaşamı provasız yaşamak zorunda olduğumuz için; ve bu yüzden dansçılar hep gülerler.. Zaman zaman kahkahaların gizlediği gözyaşlarıysa, nazar boncuğu gibidir aslında, bize gülmenin ne kadar özel olduğunu hatırlatacak…. İşte bu yüzden, sana acıyı anlatan bir dansı izlerken akıttığın gözyaşları, yerini, 5 dakika sonra aynı kahramanların canlandırdığı bir düğün sahnesini izlerken dudaklarında beliren gülümsemeye terk ettiğinde, belki de ilk defa anlarsın, bir dansın sana aslında yaşamda karşılaşabileceğin sürprizleri de anlattığını…. Ve sen de seversin sürprizleri; pamuk ipliğine bağlı yaşarken, pamuk helva tadında sürprizleri….
 

Dedim ya, dans böyle bir şey işte, size hayatın ta kendisini anlatan, hatta yaşatan bir sanat….

Dans ediyorsan umutlusundur, inanırsın kendine, yada başaracağını bilirsin; nefes alırsın hayatta ve en önemlisi gülümsemeyi öğrenirsin..Dans ediyorsan, sevmeyi bilirsin karşılık beklemeden, ve paylaşmayı öğrenirsin başka yaşamları.. Dans ediyorsan, başka yürekleri anlamak için konuşmaya ihtiyacın yoktur, hissetmeyi öğrenirsin çünkü; ve hissettirmeyi sevgini senin için özel olanlara….Ve dans ediyorsan, devam etmeyi öğrenirsin korkularına rağmen; tıpkı düşmekten korktuğun halde sırf dans etmeyi sevdiğin için dansa devam ettiğin gibi….Çünkü eğer dans ediyorsan, yaşamayı öğreniyorsun demektir, hiç bir saniyeyi kaçırmadan, tüm yaşaman gereken kalp atışlarında nefes alarak….Tıpkı bir dansçının müziğin her ritmini yakalayıp her saniyeye serpiştirdiği hareketleri gibi, yaşamı saniyelere dağıtabilmeyi öğrenirsin…


Ve unutma, hayat asla kostümlü bir prova değildir; ve sen hayatın dansını asla baştan alamazsın…. O yüzden haydi gel, müzik hala devam ederken, sen de anlat yaşamda kaçırılmaması gereken figürleri….Haydi, gel sen de dans et o sahnede, ve sen de öğren gözyaşlarınla gülümseyebilmeyi….Ve belki bir gün perdeler sizin için açıldığında, ve siz kendi masalınızın sahnesinde keni yaşamınızın dansını canlandırırken, gülümsemeleriniz anlatsın sizden sonrakilere asla tükenmeyen bu ”Dünyayı Anlatma Sanatı”nı….Ve alkışlar, sizin dansınızın perdeler kapanırken sahnede bıraktığı ayak sesleri olsun artık….
Çünkü Dünyayı anlamak ve anlatmak güzel şey, çünkü dans etmek çok güzel….

27 Nisan 2013 Cumartesi

Bir Aşk Hikayesi...

"Ama biber dolması yapmasını biliyorum..."
----------
Dizilerin ve filmlerin hayattan olmadığını söylerler hep. Oysa diziler de filmler de hayatın her bir köşesinden bir parça yansıtıyor ekrana... Bugün kalemimden Fox'da yayınlanmaya başlayan ve geçtiğimiz Salı günü 5. bölümü ekrana gelen "Bir Aşk Hikayesi" dile geliyor...

Uzun zamandır aklıma takılan bir soru vardı, bir gözlemim diyelim aslında... Neden ATV'de eskiden çok fazla tutan diziler varken ve hala çok daha fazla tanınan isimlerle çalışılarak diziler yapılırken, FOX'da hemen hemen çok daha az tanınan kişilerle çalışılarak, belki kısmen çok daha az para harcanarak yapılan diziler daha güzel oluyor, ve daha çok izleniyor?... Bir arkadaşım buna şöyle bir açıklama yapmıştı: "Çünkü FOX reytinge diğer kanallar kadar önem vermiyor, reytingi diğer kanalların beklediği reyting kadar yüksek olmasa bile o diziyi ekrandan kaldırmıyor, ondan..." Hatta bu diziyi hiç beğenmediğini ve çok basit bulduğunu da dile getitmişti. Bense çok beğenmiştim... Allah allah... Terslik hangimizdeydi acaba?

Sonra ısrarla izlemeye devam ettim diziyi...ve her bir bölümde, henüz ilk bölümde koyduğum teşhisi doğruladım. Bu dizi güzeldi, ya da bana çok güzel gelmişti, çünkü az diyalogla, ve çokça mimikle, sahne aralarında kullanılan müzikleriyle, çekimleriyle an be an her bir karede, hayatta elinizle dokunamayacağınız ve çoğunlukla dillendirmeden arka plana kalbinize attığınız duyguların her birini anlatıyordu aslında. ve bunu o kadar güzel, o kadar beklemediğiniz karelerde yapıyordu ki, birazcık maneviyatınız mantığınızdan ağır basıyorsa, o kareyi izlerken tam da anlatılmak istenen duyguyu yaşıyor, dahası hayatınızın bir anına, bir olayına ve bir duygunuza ışınlanıyordunuz...

Arkadaşımın, dizide donuk bakışlarından rahatsız olduğunu söylediği Korkut Ali karakterini canlandıran Seçkin Özdemir, aslında tam da o bakışlarıyla dünyadaki acıyı, ve acı karşısında insan ruhunun nasıl sertleştiğini, ama yine herşeyde varolan madalyonun iki yüzü misali, aslında insanın içindeki duygu fırtınalarını yansıtıyor.

Dizinin temiz yüzlü, iyi kalpli kızı Ceylan karakterini canlandıran Damla Sönmez bence rolüne çok iyi oturmuş. Ceylan, asistanlığını yaptığı ve çocukluğundan beri birlikte büyüdüğü evin zengin oğlu Tolga'ya (Yamaç Telli) aşıktır. Ancak bu öyle bir aşktır ki, Ceylan bunun imkansızlığından emindir, ve herşeye rağmen sevgisinden dolayı her daim Tolga'nın yanında yer almayı seçmektedir. Bu ona her ne kadar acı verse de... Öyle ki, sırf Tolga Ceylan'ın en yakın arkadaşına aşık diye, kendinden önce onun iyiliğini düşünüp, ikisinin her defasında arasını bulmaktadır. "Böyle de şey olur mu?" demeyin sakın, hayatta öyle şeyler oluyor ki, inanamazsınız.  Birebir görüp bilmesem, ben de pek inanmazdım belki de...


Ceylan, dünyadaki tüm acıya ve karmaşaya rağmen temiz, saf, iyi kalpli kalan insanların simgesi dizide... Hayalleri olan, masal dünyalara inanan, karakter sahibi, aşkı arayan ve yalnızca materyalist gerçekler üzerinden ilişki kuramayan insanları anlatıyor her bir hareketinde...Bir bakıyorsunuz dizinin bir karesinde belki pek çok dizide hiç önem verilmeyen ufacık şeylere yer veriliyor. Ceylan'ın hiç tanımadığı küçük bir kıza sokakta yardım edişi bunlardan sadece bir örnek...Gittikçe maddi çıkarlara dayanan ilişkilerin boy gösterdiği günümüz dünyasında, unutulmaya yüz tutmuş iyiliklere, yardımseverliğe, vefaya, duygulara atıf yapılıyor Ceylan'ın her bir hareketinde...


Korkut Ali'nin de yansıttığı sert duruşlu adamın içinde aslında duygularını yok etmek zorunda kalarak yaşamaya alışmış bir insan var. Henüz bebekken ikiz kardeşiyle birlikte yetimhaneye bırakılmış bir çocuk, ve hayatı boyunca yaşamı tırnaklarıyla arşınlamış. Sevgisi paraya tercih edilmiş, ve yıllar sonra ikiz kardeşi Emine'nin yeğeni Umut'la birlikte yaşadığını, ve henüz yetimhanedeyken geçirdiği bir trafik kazası yüzünden öğrenme sıkıntısı çektiğini öğrenmiş biri... Dizinin kurgusunda, Emine ve Korkut Ali, zengin oyuncu Tolga karakterinin kardeşleriymiş, ancak bunu yalnızca Korkut Ali bilmektedir. Bu nedenle öfkeli ve kırgındır. Tüm bu duygularına rağmen, dizinin her karesinde en az Ceylan kadar iyi olanı korumaya ve desteklemeye çalışmaktadır. Emine karakterini canlandıran Güneş Sayın, oynadığı rolün hakkını bence çok güzel veriyor. Zira hafif zeka geriliği olan birini, onun korkularını, duygularını yansıtmak çok kolay olmasa gerek...Ama bu da hayatın acılarından biri, ve malesef dizide ekrana getirilen tüm suistimaller, dalga geçmeler, istismarlar gerçek hayatta bu insanlar tarafından fazlaca tecrübe edilmekte... Tüm bunlara rağmen, oğluna annelik duygularıyla yanaşması, Umut'un annesiyle arasındaki bağ ve dayının hayatlarına girmesiyle değişmeye başlayan yaşamlarındaki gelgitler hemen hemen gerçek hayatın birer kopyası aslında...


Son bölümde başka bir detay daha yakaladım dizide... Renkler...Renkleri öyle güzel kullanıyorlar ki, bunun için özel bir ekip mi var diye merak ettim... Örneğin Ceylan'ın son bölümde üzerinde yer alan sarı mont. Ben ki sarı sevmem derdim yıllardır...Son bölümde gözümü sahnelerden alamadım resmen...Bu rengin böyle bir şekilde, sahneyi bu kadar canlı hale getiren, ve bu kadar dikkati ekrana odaklayacak biçimde kullanılması çok başarılı olmuş bence. Bazıları bu montun çok fazla ekranda göründüğü yönünde eleştiriler yapabilir belki. Ama bence, pek çok dizide olduğu gibi sürekli her sahnede kıyafetin farklılaşmaması diziye daha gerçek hayata yakınlık havası katarken, aynı zamanda da ekonomik olmuştur kanısındayım. Zira gerçek hayatta, aynı gün içinde bir saatte bir mont değiştirilmez genelde...

Bir de müzikler var... Hayatın sözlerini dile getiren, bazılarımızca çok sık dillendirilen duyguları, bazılarımızca ifade edilemeyen ve yalnızca hissedilenleri melodilerle ahenklendiren müzikler...Dizinin bazı bölümlerinde araya kısa müzikler ekliyorlar...Her bir müzik, aslında o anda bir duygu akımını yansıtmak üzere kullanılmış bence. Örneğin son bölüm...Fragmanda da kullanılan Sezen Aksu'nun Hasret isimli şarkısı o anda Ceylan'ın kırgınlığını, ürkek yanını kontrolü altına alan ve onu gülümsetmek isteyen Korkut Ali'nin ona elini uzatıp konuşmasına izin vermeden elinden tutup çekmesiyle birlikte kullanılmış...Beni alıp Sezen Aksu'yla birlikte bambaşka diyarlara götürdü... "Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim, elele olduğumuz o gün gülmek bizim..." Hayatta aslında insanlara, bize uzanan ele ne kadar ihtiyacımız olduğunun, gülmenin bazen tek nedeninin bir insan olabildiğinin, ve aslında yaşamda küçük mutlulukların var olabileceğinin ama bunların sıklıkla es geçildiğinin bir ifadesi sanki...

Gelelim biber dolmasına...Vaktiyle çok sevdiği biri tarafından para uğruna terk edilen Korkut Ali, ondan kendisine son bir sarma yapmasını ve öyle gitmesini istemiştir dizinin en başında İtalya'dayken... Anısı vardır bir sarmanın çünkü... Hayatta her insanın anlam yüklediği şeyler vardır değil mi? Vardır anılarınız...Yani sarma değildir de esas mesele, sarmanın ifade ettiği anılardır...Ama terk edilen Korkut Ali bu duygunun acısını hiç unutmamıştır...ve Ceylan, saflığa inancını yitirdiği bir anda karşısına çıktığından, farkında olmadan yeni anılar kaydetmeye başlar Korkut Ali, Ceylan'ın başkasına olan aşkına rağmen... ve sonra, en son bölümde Ceylan'ın başka bir şehire gitmesini engelemek ister....ve aralarında şu diyalog geçer:

Korkut Ali: "Bana sarma yapar mısının, ondan sonra gidebilirsin!"
Ceylan: "Ne sarması?"
Korkut Ali: "Yaprak sarması..."
Ceylan: "Ben sarma yapmayı bilmiyorum ki, özür dilerim..."
.......
Hayatta anlam yüklediğiniz şeyleri hatırlatan bir dizi bu...İçinde daha basit, saf, hayatta gördüğünüz ya da hissettiğiniz şeyler var aslında.... Kırgınlıklarınız, aşklarınız, hırslarınız, zenginlik, fakirlik, yardımseverlik, iyilik, kötülük...Hayatın farklı karelerini yansıtıyor Bir Aşk Hikayesi...o nedenle, bence bir de bu gözle bakın diziye...

Korkut Ali: "Bana sarma yap, öyle git!"
Ceylan: "Sarma mı? Üzgünüm, ben sarma yapmayı bilmiyorum ki..."
Korkut Ali: ......................
-----
Eğer içinizde iyi olan bir yan varsa, öylece arkanızı dönüp gidemezsiniz çünkü hayatta, hele ki empati kuruyorsanız.... Döner ve seslenirsiniz üzerinizde sarı bir mont, elinizde kırmızı bir valiz, ve fonda çalan Hasret şarkısıyla... :

Ceylan: "Ama biber dolması yapmayı biliyorum..."
 --------
Çünkü bazen bir aşk hikayesindeki en masum yan, karşınızdakinin yıkılmış hayallerinden yarattığınız gülümsemedir.

İyi seyirler :)

23 Nisan 2013 Salı

SYLVIA...

Dans etmek, her ruhun aynı düzende ve ışıkta başarabileceği birşey değildir...Çünkü dans etmek, parlak bir ruh, ve tükenmez bir duygu yoğunluğu gerektirir...

İZDOB tarafından sahneye konan "Sylvia" balesi dekoruyla, kostümleriyle, müzikleriyle, koreografisiyle bu sezonda izlediğim en iyi temsillerden biriydi diyebilirim. 

"Yunan efsanesinin güzel perisi Sylvia ile Aminta'nın aşkının anlatıldığı eserin konusu  şu şekilde özetlenmiş: İçlerinde Aminta'nın da olduğu bir grup tanrılara tapınma amacıyla dans etmekteyken, yanlarına Sylvia avcılarla birlikte gelir. Aminta, Sylvia'ya görünmek istemezse de Sylvia onu fark eder. Sylvia, aşk tanrısı Eros'a okunu yöneltir. Durumu fark eden Aminta, Eros'u korumak adına öne atılır ve okla yaralanır. Bunun üzerine Eros da Sylvia'yı yaralar. Sylvia, Aminta'dan etkilenmiştir ve hayıflanmaktadır. Dev bir avcı ve deniz tanrısı Poseidon'un oğlu Orion, durumdan yararlanarak Sylvia'yı kaçırıp adasına hapseder. Sonuçta aşk her zorluğu yenecek; tanrıların da yardımıyla Sylvia ve Aminta mutlu olacaklardır." 

3 perdeden oluşan temsilin henüz ilk perdesinde, daha perde açılır açılmaz dekor sizi büyülüyor. Kendinizi adeta bir ormanda hissettiğiniz sahne tasarımına ek olarak, sahnedeki dansçıların son derece özenle hazırlandığını düşündüğünüz yeşil kostümleri onları doğanın bir parçasıymışçasına benimsemenizi sağlıyor. Sorgulamıyorsunuz bile...Yeşil ve kahvenin ahenkli dansına kaptırıyorsunuz kendinizi...

Şüphesiz, neredeyse ilk perdenin tümü boyunca hareketsiz duran Eros karakterini canlandıran Yücel Emre Kaynarsu, rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Temsilin ana temasının en önemli karakterlerinden biri olan Eros'un, aşkı, korumayı temsil ettiğini hissediyorsunuz tüm bir temsil boyunca... ve aslında tek bir ok atma hareketinin bile nasıl bir asaletle yapılabileceğini gözlemliyorsunuz. Her izleyici aynı şeyi hisseder mi bilmiyorum, ama ben, baledeki hareketlerin, bazen tek bir kol hareketinin, tek bir estetik duruşun, efsanevi bir karakteri ne kadar eşsiz anlatabileceğini hissettim Eros'a ve onun durduğu yerin altında dans eden dansçıların onun duruşuyla adeta birebir olan hareketlerine bakarken... Hani şu "ok atan aşk tanrısı" imajı canlanır ya gözlerinizde Eros denilince, onu tüm bir sahnenin aynı anda yansıttığını bir düşünün...Muhteşem bir görüntü...



Sylvia rolünü canlandıran İZDOB baş balerini Aslı Çilek Kaynarsu'nun performansını kelimelerle nasıl anlatırım bilmiyorum. Zira çok az insanın sahneyle ve rolüyle bu kadar bütünleştiğini ve rolü yaşamaktan fazlasını hissettiğini düşünürsünüz...Kendisiyle hayatımın bir döneminde tanışabilmeyi çok güzel bir şans olarak gördüğüm bu değerli insan, hem karakteri, hem ruhu, hem de dansıyla insanı büyüleyen bir tarza sahip. Bir insanın tüm bir temsil boyunca aynı coşkuyla ve koskocaman gülümsemesinin nasıl bir güzellik olduğunun, ve temsile nasıl bir ruh kattığının canlı kanıtı kendisi... Gülümsemenin bile eserin bir parçası olduğuna inandırıyor adeta insanı... Parmak ucunda yaşamanın büyüsüne bir kez daha kaptırıyorsunuz kendinizi ona bakarken... İlk perdede ve ikinci perdede daha çok uçuşan tarzda kıyafetlerin içinde gördüğünüz Sylvia, aşkı, esareti, tutkuyu öyle güzel anlatıyor ki, bir an kendinizi onun yerine koyuyorsunuz...Hele ikinci perde de elinde küçük zillerle dans ettiği öyle bir sahne var ki, yalnızca beni büyülemediğini yanımda oturan kişilerin yorumlarından da çok net anladım temsil sırasında..
 

Temsil boyunca diğer ana karakteri canlandıran Kıvanç Ekin, ve diğer önemli karakterleri canlandıran Yasemin Altınel, Banu Dağcıoğlu ve daha tanıma şansımın olmadığı pek çok özel isim, sizi iki saat boyunca masal bir dünyanın büyülü gerçekliğine alıp götürüyorlar.Her bir sahneyi, her bir dansçıyı anlatmayı denesem,  uzar gider satırlarım... İşte o nedenle diyorum ya, dans etmek her ruhun harcı değil diye... Duygu, hayalgücü, çaba, sabır, emek, inanç, ve his gerektiriyor dans etmek. İşte o nedenle İZDOB'u yürekten kutluyorum.
 


Marc Ribaud koreografisiyle sahnelenen, şef Tulio Gagliardo Varas yönetiminde sunulan, dekor tasarımını Gülden Sayıl, kostüm tasarımını Sevtaç Demirer ve ışık tasarımını da Müfit Özbek'in yerine getirdiği Sylvia, "hayal gücü mü, o da ne?" diyenlerin bile bambaşka hayallere dalacağı bir koreografi olmuş özetle bence...Koreografının, eğitmenlerinin, dansçılarının, emeği geçen herkesin ellerine, bedenlerine, sahneye ışıkları yansıyan ruhlarına, tükenmeyen enerjilerine sağlık...Işığınız daim olsun!

11 Nisan 2013 Perşembe

Ay Işığında 'İzmirli' Olmak...

İzmir bir şehir değil, yaşam tarzıdır cümlesinin hakkını veriyor bu şehir…doğru…ayrıcalıktır İzmirli olmak…zamana inat değişmeyen bir mutluluk vardır bu şehirde…huzur kokusu gelir esen meltemden… bütünleşmiştir İzmir’de gecenin mavi rengi, palmiyelerin yeşili, bulutların beyazı, günbatımının turuncusu….renklerin ahenkle dans edişini andırır gündönümleri insana…

İzmirliysen, çiğdem yemesen de bilirsin gezindiğin sahilden gelen kokunun ne olduğunu…mısır, çağla badem, hatta midyedir gecenin garnitürleri… hayatın tozundan bunaldığında kendini bir attın mı Karşıyaka sahiline, ne toz kalır, ne duman ruhunda… arınıverirsin tüm negatiflerden, uçasın gelir gökyüzündeki beyaz martılar misali… öyle uzak da değildir şehrin iki ucu birbirine, dünyanın öbür ucuna gidiyormuşsun gibi gelmez insana…saatlerini tüketmez insanın, trafiğin en yoğun olduğu saatlerde bile…dünyanın diğer ucu gibi hissetmezsin karşı sahile baktığında… hele ışıklar bir yandı mı gecenin maviliğinde, uzanıp dokunuverecekmişsin gibi gelir karşı evin penceresine…

“Ankara’da aşık olmak zor iki gözüm” der ya şarkı hani… aşık olmak da öyle zor değildir İzmir’de… hatta çok kolaydır… sadece sevdiğine değil, denizin dalgasına, palmiyenin gökyüzüne değiverecekmiş gibi duran yapraklarına, uzanıp tutuvereceğini hissettiğin yıldızlara, oturduğun evin balkonundan görünen manzaraya bile aşık olur insan… cilvelidir, farklıdır İzmir kızları evet…ama bir kez sevdi mi, sevdiğine aittir aldığı her nefeste… şifresini çözmek gerekir İzmir kızlarının, mücadele isterler, aşk isterler, dürüst sevdalar isterler çünkü…evet zordur bu şehrin kızlarını sevmek, zordur çünkü adam gibi severler sevdiklerini…
dostluk vardır bu şehrin havasında, suyunda… günün beklenmedik bir anında, pijamalarınla oturduğun evden, tek bir telefonla Karşıyakadan Kordon’a, icap ederse Balçova’ya ışınlanabileceğin dostluklar…kısadır mesafeler köklü dostluklar için bu şehirde… gecenin üçünde gözyaşlarıyla arayabileceğin türdendir…İzmir saklar sevdayı da, dostluğu da tam merkezinde…Saat kulesinin tıktıkları geçen zamanın değil, şehrin kalp atışının simgesidir bu şehirde…

Kaç yıl geçerse geçsin, demokrasinin kalesidir İzmir, ona göz dikenlerin gözyaşını tanımaz, esip savurur uzaklara, çok uzaklara… sabah uykusundan uyanıp meydanlara toplanır tüm şehir sahip olduğu en güzel değerleri korumak adına….bunu bile öyle bir zerafetle yapar ki, şaşar kalırsın bu şehrin büyüsüne…

Gül bahçeleri vardır yürüyüp geçtiğin yoldaki evlerin yarısından fazlasında…bir zevktir gül kokusunu içine çekmek İzmirli için…bir de yasemin kokusu eklenir araya çoğu zaman, çiçeklerin büyülü dünyasına alıverir insanı… değişmezsin Kemeraltı’nda içtiğin Türk kahvesi’nin keyfini başka şeye, geleceğini sunar kimine o bir fincan kahve yılların eskitemediği sokaklarda…çay kokusu kaplar geceyi balkonlardan yayılan, ve karışır huzur sesleriyle şehrin geceye çaldığı anlarda…yıllar tüketemez fayton keyfini değişen nesillerin… anılar saklıdır bu şehrin kanatları altında…sor 90′ına merdiven dayamış yaşlı bir nineye, anlatır sana çocukluğundan kalan tüm anıları…

İzmir saklar kendine ait her şeyi yüreğinde…dedim ya, ayrıcalıktır İzmirli olmak bu şehrin insanı için….nereye giderse gitsin, tüm yolları İzmir’e bağlanır en sonunda…çıkmaz yol yoktur bu şehirde, her şeye bir çözümü vardır, her yol denize çıkar, her yol umuda bağlanır… her yeni güne uyanışta yeni bir cümle bulursun bu şehri anlatacak..”İzmir, mucizeler şehrim”, ayışığında “İzmir”li olmak böyle birşey,güzel birşey…

Temmuz 2010