6 Kasım 2014 Perşembe

Hayat Bir Film: Unutursam Fısılda…





- “Yapma Hatice, dünyaya baksana herkes neler yapıyor!”
-“Orası dünya… Burası… Burası işte….”
----
Çağan Irmak’ın kurduğu dünyada, şarkı söylemek üzerine örülmüş hayallerin başrol oyuncusu iki yürek, Hatice ve Tarık. Farah Zeynep Abdullah ve Mehmet Günsür. Böyle cevap verir Hatice, kendisini hayallerinin peşinden koşmak için cesaretlendiren Tarık’a… “Orası dünya….” Beni en çok etkileyen repliklerinden biri filmin, hayalleri olan insanı gerçek dünyaya çağırırcasına adeta...

Oyunculuklarını pek çoğumuzun çok beğendiği bu iki isim, Çağan Irmak’ın son filmi Unutursam Fısılda’da yine çok iyi bir oyunculuk performansı sergilemişler…

Flashbacklerle günümüz ve 70’li yılların müzik camiası arasında gidip gelen film, tek tutkusu şarkı söylemek olan bir kızın, tek yaşamı besteleri olan bir adamla yollarının kesişmesi, ve ikilinin hayallerindeki şöhret basamaklarını birer birer nasıl çıktıklarının hikayesini anlatırken, pek çok toplumsal konuya da ışık tutuyor.



Alzheimer hastalığından, şöhret kapısının dikenli yollarına, büyülü dünyasına, hayallere, aşka, drama, sanatçının yaşamına ve sanatçının dönem fark etmeksizin maruz kaldığı tüm sorunlara kadar pek çok toplumsal konunun son derece titizlikle ele alındığı, belki de bugüne dek izlediğim en iyi Çağan Irmak filmlerinden diyebileceğim bir yapımdan bahsediyoruz.

Film, 70’li yılların aile yapısını, kostümlerini, yaşam tarzını incelikle yansıtmış. Filmin ilk karesinden itibaren, anne babalarınızın anlattığı 70’li yıllar fenomeninin renkli dünyasında buluyorsunuz kendinizi adeta… O yılların yüksek belli pantolonları, puantiyeli etekleri, saç bantları, saç kesimleri, rengarenk kumaşlar ve o yıllardan fırlama bir sahne şovu… 


Korumalı bir aile hayatına sahip iki kız kardeş, Hatice ve ablası... Hatice, tek tutkusu şarkı söylemek olan ve erkeklerle top peşinde koşturan, "ben hiç evlenmeyeceğim" diyen bir kız. Ablası ise, evlilik hayalleri kuran, Hatice'ye aşık olacak olan Tarık'a gönlünü gizliden gizliye kaptırmış, şiir yazan bir romantik...



Bu yalnızca tipik bir Türk filmi senaryosu değil; bu, Türkiye'nin şöhret camiasında parlayan her kasabalı kızın gerçek ve birebir hikayesi aslında... Çağan Irmak, son filminde yalnızca Alzheimer hastalığına değil, bugünün Türkiye'sinde öldürülen, ve bu gerçeğe rağmen pek çok insanın hala hayallerini süsleyen şöhret ve sanat camiasının acı gerçeklerinden birine daha, çok ustaca ok atmış. 

Hayallerinin peşinden koşma cesareti gösteren bir yaşamı temalandırırken, geride kalan aileyi de ustaca anlatan filmin ilk yarısında, klasik Çağan Irmak filmlerinde olduğu gibi gülüyor, ikinci yarısında ise, abartmıyorum, neredeyse durmadan, susmadan, yutkunamadan ağlıyorsunuz. Peçeteyle gidin, ya da yanaklarınızdaki tüm makyajın gözyaşlarınızla temizlenmesine hazırlıklı olun. Hele ki, içinde sanatçı duyarlılığı taşıyan, veya sanatın herhangi bir dalıyla en azından hobi olarak uğraşan, sahneyi tatmış biriyseniz, ekstradan dikkat! Filmi anlamaktan çok yaşıyorsunuz...

"Tırnaklarımla kazıdım ben bu zirveyi!!!"

Filmin ilk bölümü hayallerinin peşinden giden, bu ideal uğrunda nice zorlukları göze alarak çok büyük bir emekle bir yerlere gelen ikiliyi (sanatçıları ve müzisyenleri) ele alırken, ikinci bölümde ise, Çağan Irmak başlıyor bam teline basmaya Türk insanının ve Türkiye, hatta belki de dünya gerçeklerinin...

Tam da günümüzde (ve aslında her zaman) varolan, şöhretin parlatıldığı ve sanatçının neredeyse köleleştirildiği sistemi öyle güzel anlatıyor ki, kalkıp alkışlayasınız geliyor. İkilinin, zorlu koşullarda hayalleri için nasıl savaştığı, plakçılar tarafından nasıl hor görüldükleri, kendilerini nasıl ve ne şartlarda sundukları, hangi çabalarla ve tırnaklayarak o bizlerin zirve olarak gördüğü, pek çok gencin düşlediği, imrendiği ışıklı, büyülü noktaya ulaştıklarını konu alırken, ardından, düşüşe geçen yönünü ele alıyor aynı şöhretin. 

Alkolu, yaratırken alkolün tutsağı olan yürekleri, emeğin önüne geçen insan bedenini ve adeta putlaştırdığımız "güzellik" ve "kadın bedeni"ni, "görsel olan"ın arkasında kaybolan sanatçının ruh halini, ve acı ama, adeta "pazarladığımız" insanı, sanatçıyı insanın kalbine işleyecek kadar vurucu anlatıyor. 


"Biz sadece halkın malıyız unuttun mu?!?"

Ayperi'nin, alkolün içine düşen kocası Tarık'ı, son derece acı bir şekilde kaybettikten sonra içine düştüğü depresif ruh hali ile kaybettiği hayran kitlesi ve popularitesini anlatırken, pazarlama stratejisi ile "kamu önünde yaratılan imajı" ve bu esnada reyting ve gelir kaygısı ile harcanan hayatları hedef almış Çağan Irmak. 

Ayperi'nin bugünkü halini çok değerli sanatçı Hümeyra oynarken, ablası rolünde Işıl Yücesoy'u izliyoruz. İkisi de, tek kelimeyle muhteşemler!  Abla, öfkeli, kızgın, kırgın, ve ailesini seneler önce kaybetmiştir.  O öfkeyi, aynı zamanda sevgiyi, ruhsal gel-gitleri gözlerinde öyle güzel oynuyor ki Işıl Yücesoy, şapka çıkarmak lazım. Hümeyra ise, her zamanki gibi tek kelimeyle eşsiz bir performans sergiliyor.




İkilinin arasında geçen, ve birbirleriyle adeta hesaplaştıkları diyalogda, kelimeleri adeta zihninize kazımak istercesine yakalamaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi...

"Senin tek katilin sensin. Mezarını kendin kazdın, küreği benim elime tutuşturma. Senin mezarına ben elimi bile sürmedim! Ben sadece şarkı söylemek istedim. O kadar..."

Filmde biraz geri planda kalan tek karakter, Erhan, yani Kerem Bursin. Oysa ki, Tarık'ın bıraktığı külleri toplayan da Erhan'ın ta kendisi...  Bu karakter, biraz, daha az yeteneği olan kesimin nasıl harcandığını ön plana çıkarmış, ancak keşke biraz daha fazla vurgu yapılsaydı... Çünkü hem Mehmet Günsür'ün hem de Kerem Bursin'in oyunculukları hiç de fena değil... Göz dolduruyor.


Film, sahneye ait bir ruhun, sahnede yaşadığı tek bir "an"ı, hiçbir şeye değişmeyeceği gerçeği mesajını içeriyor.

Filmin tüm müzikleri Kenan Doğulu tarafından yapılmış. Film başka bir şarkıyla bitiyor ama, beni en çok etkileyen şarkı, Ayperi'nin-ya da Hatice'nin- tek şarkı sözü yazdığı beste olan "Sevdim"...

Sevdim, yaratıcılıklarını kaybettikleri bir dönemde, neredeyse dibe doğru hızla sürüklenen Ayperi ve Erhan'ın, Tarık tarafından bir çerçeve arkasına saklanmış en güzel besteyi ve Hatice'ye yazdığı mektubu bulması ile ortaya çıkıyor.  Bu, aynı zamanda Ayperi'nin yeniden doğuşu demek... Erhan, kendi yalnızlığına çekilmeden önce...

"Çok sevdim hem çok sevildim
  Meleklerin gönlü değdi bana
  Yıllar su biz deniz
  Bebek kokun sindi ocağıma
  Korkma ben varım artık hiç sakın ağlama
  Fırtınalar kopsa da geçip yeniden yine doğarız
  Bin kez daha gelsem şu çılgın garip dünyaya
  Candan daha yakın seni isterim ben kanımda...
  Sevdim, doya doya sevmeyi çok sevdim, ezberledim...
  Sevdim kalpte ne var ne yoksa vermeye karar verdim..."


http://www.youtube.com/watch?v=k9QQmUfclt4


Bugünün dünyasında, şöhret olmak ne kadar parıltılıysa da, bedelleri o kadar yüksek... Bugünün dünyasında sanatçı olmak ne kadar gurur verici bir meslekse, basamakları o kadar emek dolu, mücadele dolu, duygu dolu. Bazen korkutucu, bazen yalnız, bazen dibi görecek kadar tehditkar, bazen yıkımlara gebe, bazen rüzgarlı hatta fırtınalı... Ama ister müzisyen olsun, ister besteci, ister ses sanatçıcı, ister oyuncu, her ne olursa olsun, sanatçı, alnında ışığı ilk hisseden, ve o ışığın peşinden gitmeye cesaret edendir.

Sanatçı, duyguları olan ve o duyguları yaşamaktan korkmayan, ve bir an, tek bir an için, her şeyi feda ederek, o an için "Hayat Sana Teşekkür Ederim!" diyebilendir!

Bugünün öldürülmeye çalışılan sanat dünyasında, eğer bir an bile bu gerçeği UNUTURSAK, FISILDAYIN olur mu?....




  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder